“Önce insan” idi, eşref-i mahlûkat tüm kutsalların önceliğiydi.
İnsanı önceleyenlerle birlikte, insana dair ne varsa öldü. İnsan, kendine insan dedirten neyi varsa -ahlâkıyla, vicdanıyla, insafıyla, akıl ve izanıyla- kendini kendine katil yaparak, şerefini pespayeliklere teslim ederek öldü.
Asrı saadet güneşinden huzme huzme süzülen nurlar söndü, ilmek ilmek ruhlara dokunan, kalplere işlenen “söz” öldü. Söz uçunca Allah ile bağ koptu, varlık anlamsızlaştı, kalp öldü. Urvetü’l-vüskâ kopunca Mushaf öldü, vicdan öldü, ruh öldü, insaniyet öldü.
Dünya, kanlı gözyaşlarıyla yıkandı, görmezden gelen gözlere diller sustu. Zulüm başına adalet tacını geçirdi, hak öldü. Düzen bozuldu, mizan şaştı, ruhları istila eden edepsizliklere, hayasızlıklara, arsızlıklara, pervasızlıklara, hırsızlıklara dayanamayıp sarsılan yeryüzünün yüzümüze tükürdükleri ile şehirler düştü. Doğruluğun, dürüstlüğün, adalet ve liyakatin çekildiği şehirler bir bir çökerken altında kalakaldık, masumların göğü sarsan ahlarıyla ülkem öldü.
“İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal”ın ruhuna üflediği güçle mukaddesatı korumayı, i’lây-ı kelimetullahı kendine ülkü edinen “ülkü” öldü. Omzundaki cevherin kıymetini bilemeyen, adamlığını ve insanlığını bir cebin içinde unutarak ülküsünü metalaştıranların elinde mefkûre öldü. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”ın kurduğu cihan saltanatı özünü yitirdi, insan teferruattan sayıldı, ilelebet devletçi istibdadın elinde hürriyet öldü; insaniyetin mâhisi tekrar dirildi, ümit öldü.
“Müslümanca siyaset nasıl yapılır, tüm dünyaya göstereceğiz” diyerek yola düşüldü. Bilezikler bir bir sıyrıldı hak yolunda, İslâm’ın hükümranlığı sevdasıyla uykusuz geçen gecelerin sabahında üç kuruşa satılan “dava” öldü. Dinin devletin gücüyle kaim olacağına inananların iktidarında Ömer kıssalarında unutulan adalet öldü, şefkat öldü, merhamet öldü.
“Toptan sarılalım yüce Ku’ân’a/Çünkü rahmet inmez ayrı durana/Mü’minler İslâm’a karşı durana,/biraz öfkelenip kafayı taksa/Esir mi olurdu Mescid-i Aksa?” ezgileriyle yürekleri coşturanların siyasetinde Filistin öldü. Benliğin, hodgamlığın, menfaatperestliğin coştuğu, vehn hastalığına yakalananların dünyasında ittihat öldü, vifak öldü, dayanışma öldü.
“…yâ leytenî küntü turâbâ…” Umumun mukaddes malını dünyalık yapanlar, ahirete dahi alet edilmemesi gereken hakikatleri “güç” uğruna çiğneyenler ağlayadursun. Göçtü kervan, kaldık dağlar başında. Dini siyasete âlet eden fikriyat öldü, din tüccarlığı yapan zikriyat öldü, günahıyla sevabıyla siyasal İslâm öldü.
“Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı…” Ortalık yangın yeriydi. Yangından kaçıp kendince “hicretlere” koşan, millî ve yerli olmayı reddeden perspektif öldü, hariçten ferec bekleyen vizyon öldü. Nakıs bir taklitçiliğin peşinde ilmini, zihnini, tüm birikimini harcayarak Ku’ân’ın nuruna gölge olanların elinde “hizmet” öldü. Okyanuslar ötesinden dünyaya nizam vermeye kalkan, cihanşumül bir davanın sadık bir erliğini küçümseyip kâinat imamlığına soyunan düzenbazlık, tüm taksiratıyla öldü. İktidarın yandaşlığıyla, mevkilerin gücüyle kalplere gireceğini zanneden siyasetli cemaatler öldü.
Her şey öldü. Her şeyin öldüğü bir yerde yeniden diriliş için münbit zeminler hazır demektir. İşte, “Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma” diye seslendi şair. Okunan salâları kendine yorma, henüz Fatiha çekilmedi. Despotizmin despotlarına, kendinde bir hikmet arayanlara, kendilerini üstün addeden sahtekârlara, mukaddesat tüccarlarına aldırmadan, eğilip bükülmeden sıdkın mücadelesini kim verecek, hakkı tutup kim kaldıracak, kavrulmuş yürekler için kim koşuşturacak? Bir sen kaldın geriye.