Bu yazı hiçbir siyasi, ideolojik farklılık gözetmeden bu vatan toprağının bağrına bastığı herkese hitaben yapılmış hakikatperverlik daveti ve sağduyu çağrısıdır.
“Dolar molar, dış güçler, küresel ekonomik saldırı, boyun eğmeyeceğiz” gibi ifadelerin gölgesinde bırakılmaya çalışılan ‘ekonomik kriz’le ilgili yapılan değerlendirmelerin hamaset tellallığından öteye geçmemesi, çözüm önerilerinin milli ve dini duyguları istismardan öteye taşınamaması krizin kendisi kadar tehlikeli bir durumdur. Ne yazık ki sorumluluk mevkiinde olan siyasilerin, bu konuda gerçekleri konuşması gereken ehil akademisyenlerin yaşadığımız krizin temeline ilişkin gerçekçi değerlendirmelerden uzak durmaları krizin çözümünü zorlaştırmakla kalmıyor, imkânsız hale getiriyor.
Bu ülkenin yüz elli yıldır zorla ayakta tutmaya çalıştığı parlamenter sisteminin değiştirilmesi, her şeyin ‘tek’leştirilmesi, adaletin zedelenmesi, hukuk sistemindeki aksaklıklar, AB ilişkilerinin askıya alınması, İslam dünyası ile sağlıklı ilişkilerin kurulamaması, iç ve dış düşmanlar fobisinin üretilerek gerçeklerin örtülmesi... Bugün yaşadığımız derin krizin nedenleri arasında sayılabilir; ancak sarsıcı etkilerini ilerleyen günlerde çok daha fazlasıyla hissedeceğimizi ekonomik krizle ilgili “biz demiştik” edebiyatı yapmanın bugün için bir faydası olmadığı gibi samimiyeti de yoktur. Bunları söyleyip kenara çekilmek, seyreyle gümbürtüyü demek de ahlakî değildir. Samimiyet ve ahlak ‘bir bir bir’lerimizi hatırlayarak birlikte güçlüklere göğüs germenin yollarını aramaktır.
Sosyo-politik, ekonomik, ontolojik, dini, ideolojik... bir çok alana işaret eden krize kalıcı çözümler sunabilmek yaşananları doğru tarif edebilmekle doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda dünya üzerinde yaşanan bütün ekonomik ya da sosyal krizler gibi hali hazırda yaşadığımız travmatik krizin de insanın bitmek bilmeyen hırsından, sınır tanımayan bencillik ve hazcılığından ve hakikati perdeleyen kibrinden kaynaklandığını söylemek gerekir.
Ülkeyi yönetenler, bu konuda söz sahibi olanlar, sorumluluk mevkiindekiler, iktisatçılar, ekonomistler, akademisyenler, siyasi partiler... fertlerden topluma, vicdanlardan devlete yayılan krizleri aşmak için hiç gocunmadan ve çekinmeden bu ülkenin değerlerine yönelmek, fikir üreten tecrübelerine başvurmak zorundadırlar. Bediüzzaman Said Nursî’nin böylesine yıkıcı krizlerin özüne eğilerek ortaya koyduğu teşhis ve çözüm önerileri bir başvuru kaynağı olarak müracaat edilme hakkını kendisine vermektedir.
Bediüzzaman Said Nursî yaşadığımız trajedi karşısında bize çağrıda bulunuyor. Bediüzzaman, insanın ve toplumun mesh-i manevisine sebep olan ahlakî dejenerasyonun bir yaşam kültürü haline getirilmesinin tehlikelerine dikkat çekiyor ve yeni bir inşa ve tamir hareketiyle tarumar edilen değerlerimizi ayağa kaldırmanın yollarını gösteriyor. Bizi bize çağırıyor. İslam dünyasının unuttuğu “iktisat-kanaat-bereket” formülünü yeniden gündemimize sokan Bediüzzaman, aşırı tüketim, israf, menfaatperestlik, bencillik ve kriz arasında yakın ilişki kurarak hepimizi öz değerlerimizle tanışmaya, kendimize sahip çıkmaya davet ediyor.
Bediüzzaman iktisadî bir yaklaşım olarak zekât müessesesinin işletilmesi, faizciliğin sona erdirilmesi, kanaatkârlık, şükür, tevekkül, yardımlaşma gibi kavramlar ışığında bir dizi çözüm önerisi sunarken bir müminle yan yana getirilemeyecek olan israf, savurganlık, hırs, tamahkârlık, şükürsüzlük hastalıklarından kurtuluş yollarını da insan ihtiyaçlarını ötelemeden gösteriyor.
Bediüzzaman’ın temel öngörüsü krizlerin ahlakî ve manevi yönü ağır basan bir duruş ve tavırla aşılabileceği yönündedir. Bu bağlamda telif ettiği “İktisat Risalesi” Kur’ân’î perspektiften günümüze seslenen bir çağrıdır. Bu çağrı her işte dengeyi, vasatı, ölçüyü ve adaleti öne çıkarmaya, aşırılıkların önünü kesmeye, azgınlıkları dizginlemeye yöneliktir. Bu ölçü ve dengenin elde edilmesi ile ahlakî değerlerini yitirmiş olan toplumların göstergesi olan “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne, sen çalış ben yiyeyim” hastalıkları yok edilebilecek; diğergamlık, isar, yardımlaşma, dayanışma gibi hasletlerin önü açılacaktır.
Bununla birlikte Bediüzzaman toplumsal kalkınma için manevî dinamiklerin yanında adaletin her alanda tesisini, özgür bir ortamın oluşturulmasını, demokratikleşmenin her alanda sağlanmasını zaruri görüyor. Yine farklı fikirlerden istifade edebilmek, her zeminde istişare mekanizmalarını işletmek, liyakati kural haline getirmek toplumun her kesimi ve kurumu için kalkınma prensipleridir.
Tam yüz yıl önce, sosyal-ahlakî bozulmalar, her alanda kendini gösteren yozlaşma, yanlış anlaşılan tevekkül, her şeyi Allah’tan bekleme miskinliği ve atalet gibi hastalıklar koca imparatorluğu çökertti. Bu hastalıklara şimdi materyalist-modernist yaklaşımların kamçıladığı insan nefsinin kurumsallaştırdığı öldürücü zehirleri de eklemek gerekir. Çare, Bediüzzaman’ın sesine kulak vermekte. Ötelemeden, gocunmadan, korkmadan, çekinmeden...