Fehmi Koru 30.05.2013 tarihli Star’da içki yasağı kanunu hakkında bir yazı yazdı. Yazının bir yerinde aynen şunları söylüyordu: “Keşke alkolle ilgili düzenlemeye içkinin kötülüğünü bilen ama ondan uzak duramayan bir-iki kişi de katılsaydı.”
Bu cümleden de anlaşılacağı üzere, Koru, değerlendirmesinin merkezine, bu gecikmiş ve hayırlı yasağı koyan ekibin şahsî dindarlık biçimini ve seviyesini koymuştu.
Bu yaklaşım bize çok isabetli göründü. Şöyle ki;
İçki devlet tarafından iki saikle yasaklanabilir:
-Din emrediyor, ben içmiyorum, yetkim var, sana da yasaklıyorum.
-Din de akıl da vicdan da ve hatta tıp da emrediyor, ben de içmemek istiyorum, yetkim de var, hem kendi kendime hem de çoluk çocuğuma sınır koyuyorum.
Bu iki saikten birincisi “ben iyiyim, sen de benim gibi ol, iyi ol” emrediciliği.
İkincisi ise “ben de iyi olmak istiyorum, iyiler gibi olmalıyım, kendimi sınırlamalıyım”ın samimiyeti.
Bu bilgilerin başlıkla ilgisine gelince...
AKP’nin kuruluş günlerinde bazı siyasi dostlarımızla yaşadığımız bir hatıramız canlandı:
Bu demokrat dostlar, eskiden beri demokratlarla birlikte siyaset yaparken AKP’nin kuruluş hazırlıklarıyla birlikte onlardan ayrılmaya ve bu partide saf tutmaya niyetlenmişlerdi.
İnformel biçimde meşveret ediyorduk.
Konu, yeni kurulmakta olan AKP’nin de demokrat bir parti olup olamayacağı idi. Ancak her seferinde eksen kayıyor ve konu o günlerde dahi tartışmasız tek lider durumundaki Erdoğan’ın demokrasiye ilişkin bakış açısının değiştiği/düzeldiği varsayımına geliyordu.
O kadar ki, kendisiyle görüşmüş olan bazı dostlarımız, Erdoğan’ın demokratlık konusunda “biz”e benzemeye başladığı hususunda ikna olmuşlardı.
Bazılarımız “AKP önce parti olsun da sonra demokrat olup olmadığına ya da olup olmayacağına bakalım, heves peşinde siyaset olmaz” diyorlardı.
Diğer bazıları ise “demokrat olursa parti de olur, demokrat tabana oturur, bize düşen bu partinin (de) demokrat olması için yol göstermek ve yön vermektir” diyorlardı.
İçlerinden bazıları, “muhafazakar demokratlık” konusunu akademik olarak çalışmış (ama her nedense demokratlarla bir türlü barışamamış!) bazı akademisyen dostlarımızın makale ve kitaplarını da delil gösteriyordu.
Bu müzakerelerde biz şunu söylemiştik: “Bu partinin kurucu kadrosu ve genel başkan yardımcıları, ‘şahsi dindarlık’ yani beş vakit namaz kılmak ve alkollü içki içmemek gibi kriterler açısından ortalama durum itibariyle MSP’ye veya Refah-Saadet Partisine değil AP ya da ANAP’a benzemeli. Aksi halde dindarlık siyasetle doğru zeminde buluşmuş olamaz.”
Demek istemiştik ki; dindarlardan oluşan çelik çekirdek, dışına demokrat bir kabuk geçirmekle demokrat olmaz, demokrat zeminde ağaç olamaz. Özetle “bu tohum bu toprakta kök tutmaz”.
İçki Kanunu, Taksim olayları ve bunlara bağlı gelişmeler, çok şeyi gün yüzüne çıkardı. Bunlardan biri de şu:
Başbakan Erdoğan’ın, “şeklen partidaş”ları durumunda olan demokrat kabuk ile bilgi ve karar paylaşmadığı ve “hakiki partidaş” durumundaki “dindar” çelik çekirdek ile iş gördüğü netleşti. Erdoğan’ın “tek adam”lığının “tek adam”cılığından kaynaklandığı, partinin yetkili organlarının aslında parti değil kabuk-kılıf olduğu anlaşıldı.
Bundan sonra ne olur?
Kanaatimizce “demokrat kabuk” kendisine uygun “demokrat çekirdek” arayışını hızlandırır. Seçmenin karşısına yeniden “DNA’sı bozulmuş demokrat çekirdek”ler çıkarılmazsa ya da çıkarılanların DNA’sını seçmen doğru teşhis edebilirse Türkiye demokratik düzlüğe çıkar.
“Bundan bize ne” demeyiniz.
Kanaatimizce işiniz mühim. Göreviniz büyük.
Zira konsültasyon ve teşhis için kurulacak konseyin uzman doktorları sizlersiniz. Anamnez alınmış, sizi bekliyor.