Ben şimdi Risale-i Nur’dan “Şu kitab-ı kebîr-i kâinat” sözcüğünü duyduğum zaman vuruldum, “Ne diyor bu adam?” dedim.
RÖPORTAJ: ABDÜLBAKİ ÇİMİÇ
[email protected]
SON ŞAHİTLERDEN ÇORUMLU MEHMET ÖZEL AĞABEYİN HATIRATINA-2
Üstad ile bir kez mi görüştünüz?
Evet, bir kez görüştüm. Onu da söyleyeyim. 1958’de askerden döndükten sonra buraya geldim. Bizim burada tabiî biz tarımla uğraşıyoruz. Harman mevsimi geçti. Öşürlerimizi toparladım. Zekât ve ne bulduysam o gün para olarak geri döneceğim Burdur’a. İsmail Başçavuş’a döneceğim, onu ziyaret edeceğim. Yanıma aldığım öşür ve zekât gibi paraları da İsmail Başçavuş’a bırakacağım, “Üstad’a verin” diyeceğim. Bu vesileyle döndük gittik tekrar. İsmail Başçavuş’a gittim, hoş-beşten sonra ben “Efendim, ben şu paraları öşür, fitre ve zekât olarak getirdim, bunları Üstad’a vermek niyetiyle getirdim. Bunları size emanet ediyorum. Üstad’a siz verin” dedim. İsmail Başçavuş “Üstad kolay kolay almaz da, ben bir sorayım” dedi. Sonra Üstad’a sormuş, Üstad “Alın da hizmette kullanın” demiş. Buradan bir de fetva çıkıyor. Hani Risale-i Nur’da var ya: “Zarurete düşen bir şakirt zekâtı kabul edebilir. Risale-i Nur’un hizmetine hasr-ı vakit eden rükünlere ve çalışanlara zekâtla yardım etmek de Risale-i Nur’a bir nevî hizmettir. (Kastamonu Lâhikası)” Bakınız zekât ve öşür, bunlar fakire verilecek şeyler. Üstad “Alın, hizmette kullanın” diyor. Kendi şahsına zekât falan almıyor, ancak hizmet için ve zarûrete düşen talebeler için kabul ediyor.
İsmail Başçavuş’la daha sonra irtibatınız oldu mu?
İrtibatımız fazla olmadı da Ankara’ya gelmiş. Balıkesir’den Ankara’ya gelirken birisiyle yolculuk yapmış. O adamla, bir mektup yazmış bana. Adam Çorum’a geliyormuş. Hamiline diye yazmış üstüne, çok da güzel eski yazısı vardı. On Dokuzuncu Mektub’u mu ne, bir şeyi de ver ona demiş. O mektubu kaybettim. Öyle bir temasımız oldu, ondan başka da temasımız olmadı. Sonra rahmetlik olduğunu duyduk tabi. Allah rahmet etsin, büyük bir insandı.
Askerden döndükten sonra Çorum’da Risale-i Nur hizmetleri var mıydı? Burada Risale-i Nur hizmetleriyle nasıl tanıştınız?
Burada zaten Risale-i Nur hizmetleri vardı. Karageçitli Mahallesi’nde bir yerimiz vardı, ilk dershanemiz orasıydı. Ben ilk Sözler eserini yeni harfle basılı olarak Burdur’da aldım. Burada da hizmetler zamanla gelişti. Burada ilk tanıştığım kişiler Hüseyin Kovancı vs. idi. Böylece hizmetlere burada da başlamış olduk. O zamandan beridir devam ediyoruz elhamdülillah.
Siz askerdeyken namaz vs. var mıydı?
Tabi tabiî, vardı. Askerdeyken Ulu Cami’ye gitmeye çalışırız, cenaze falan var. Boş vakitlerde hem cenaze namazı kılacağız, hem de Ulu Cami’de namaz kılacağız. İsmail Başçavuş bizi Nur Camii’ne yönlendirirdi. Orada Tevfik Hafız diye birisi var. Çok olgun, ağır ve rahat bir Kur’ân okurdu. İnsana huzur verirdi. Kendisi Nur Talebesi veya dost seviyesinde falandı. Mutlaka bizi o camiye gönderirdi. “Siz Tevfik Hafız’a gidin, cenazeyi kılıp da ne yapacaksınız, kırk vefiyattan birkaç tanesi yakasını kurtarmış” derdi.
Üstad bir süre 1926’da Burdur’da kalıyor. Üstad’ın kaldığı bir cami vardır. O camiye de gittiniz mi?
O camiyi bilmiyorum. Ancak orada bir cami vardı, sabah namazında yaptığımız tesbihatın bir kısmı orada yapılıyordu.
Siz oradayken Üstad’ın Burdur’a geldiğini ve Burdur’da kaldığını duymuş muydunuz?
Hayır, oradayken duymamıştım.
Pekâlâ, İsmail Başçavuş hiç bahsetmemiş miydi? Üstad burada da kalmış demedi mi size?
Hayır, hiç bahsetmedi. Söyleseydi hatırlardım. Çünkü zaman zaman eve gidiyor sohbet yapıyorduk. Bizi çağırırdı, karakolda komutan, orada da bize hizmet ediyordu.
ÜSTAD MÜKEMMEL BİR KUR’ÂN TARİFİ YAPMIŞ
Risale-i Nur’u tanıdıktan sonraki haliniz ile evvelki haliniz arasında fark oldu mu?
Mutlaka oldu. Ben şimdi Risale-i Nur’dan “Şu kitab-ı kebîr-i kâinat” sözcüğünü duyduğum zaman vuruldum, “Ne diyor bu adam?” dedim. Çünkü ben din görevlisiyim. Kâinat, kitap, vesâir… İşte insan için “acube-i sanat” (sanat acubesi) vs... Acube demek acayip demek değildir, acayibin katmerlisidir. Çok acayip yani. İnsanı hayrette bırakıyor yani. Tabi biz bunları duyunca “Böyle Kur’ân tarifi, böyle bir şey görmedik” dedik. Üstad mükemmel Kur’ân tarifi yapmış. Bu hususta bir şey anlatayım. Biz burada aşağıda Kur’ân kursunda talebe de okuttuk. Yaz dönemi, 1969 yılları sanırım. Orada talebe okuturken, talebeleri tatil edeceğiz, içlerinde lise talebeleri falan da var. “Çocuklar nasıl olsa tatil edeceğiz, ayrılacağız. Siz yine okuyacaksınız. Üniversite bitireceksiniz. Belki dış ülkelere gideceksiniz. Size Kur’ân-ı Kerîm’i sorarlar” dedim. “‘Kitabınız nedir, nasıl bir kitaptır?’ derler. Ben size Kur’ân-ı Kerîm’in nasıl bir kitap olduğunu yazdırayım, siz bunu saklayınız, zamanla size lâzım olur. Hıristiyan İncil’i anlatırken, sen Kur’ân’ı anlatamazsan sıkılır, kalırsın orada” dedim. Onlara Risale-i Nur’daki Kur’ân tarifini yazdırdım. O lise talebesi “Hocam” dedi, “Bizim edebiyat hocası var, kendisi inançsız, ancak bu edebî Kur’ân tarifini kabul eder” dedi. Bu talebe şunu sordu bana: “Hocam siz nereden mezunsunuz?” Ben ilkokul üçten mezunum ya, sonra tamamladım beşi, bozuntuya vermeden “Oğlum ben halk üniversitesi mezunuyum” dedim. Biz hem imamlık yapıyor, hem de talebelere Kur’ân eğitimi verirken böylece de Risale-i Nur eğitimi veriyorduk.
TAHİRİ AĞABEY BİR DERS DİNLERDİ Kİ...
Ağabeylerden gördükleriniz oldu mu? İlk talebelerden?
Yok, hepsiyle görüşmedim. Buraya gelenler Mehmet Fırıncı, Mehmet Emin Birinci, Mustafa Sungur Ağabey gibi ağabeylerle görüştüm. Sungur Ağabey çok geldi. Bayram Yüksel Ağabey de geldi, onunla da görüştüm. Esas unuttuğum Tahiri Ağabey! Tahiri Ağabey bir ders dinlerdi ki, sanki kendisi başka bir âleme dalar. Sanki hiçbir şey bilmiyormuş gibi bir durumu vardı. (Ellerini ve kollarını bağlar, müteyakkız vaziyette...)
Zübeyir Ağabeyle görüşmeniz var mı?
Hayır, onunla görüşemedim. Belki de görüştük, ben adını bilmiyordum. Belki de Üstad’ın yanındaydı Isparta’ya gittiğimde. Çünkü o yıllarda Zübeyir Ağabey Üstad’ın hizmetinde ve yanında. Hiç ayrılmamış 1950’den sonra Üstad’dan. Ben sadece Üstad’ı görmek istediğim için başka kimseyi o zaman sormadım. Bekir Berk Ağabeyle görüştüm.
Hiç mahkeme veya tutuklama falan oldu mu?
Bu bir nasip meselesi gibi geliyor bana. Şöyle ki: Eski dershanemizde Paşahamamı’nın orada, Ulu Cami’nin arka tarafında, yirmi seneden fazla kaldık. Ben evden dershaneye geliyorum. Bir ara, dershaneye gelirken, “Bir Ulu Camiye gidip, abdest yenileyip öyle gideyim” dedim. Camide abdestimi aldım, döndüm gelirken baktım bizim cemaati polisler sıraya dizmiş. Dursun Penekli falan var, bizim buralı o, şimdi Ünye’de, baktım onları götürüyorlar. Bizim bakkal Nenduha karşı tarafta, “Nenduha ne var, bizimkileri götürüyorlar?” dedim. Nasip meselesi dedim ya, yani ben dershaneye gidecektim, abdest alıp öyle gideyim dedim. Abdest almaya gitmeseydim ben de gidebilirdim onlarla. Medrese-i Yusufiye mümkün idi, ama olmadı. Yani nasip olmadı, giremedik.
Arkadaşlar gittiler, meselâ Erdoğan Dinç de onların içindeydi. Bizim şu caminin imamı Erdal vardı.
BEKİR AĞABEY’İN “MÜSBET HAREKET” DERSİ
Bekir Ağabeyin dâvâsına hiç girdiniz mi?
Bekir Ağabeyin dâvâsını hakikaten ağır cezada takip ettik. İlk işi gelir gelmez savcının yanına girmek olurdu. Beraat kararları vardı, ciltli halinde elinde. İki bin tane mi ne, mahkemelerden alınan kararlar çoktu. Onu alır, hemen savcının yanına girer, savcıyla görüşür, savcıya onu takdim eder; önce orayı fetheder. Bir gün ağır ceza mahkemesi devam ediyor. Kargılıların mahkemesi. Kargı’dan geldiler. Kargı hareketliydi o zamanlar. Hâkim karar yazdırmaya falan çalışıyor. Bekir Ağabey, müthiş tabirlerle “Muhterem Heyet-i Hâkime! Yüksek mahkemenin muhterem hâkimleri!” diye hitap ediyor. Adamın hem kibarlığı, hem görüntüsü, hem cesareti, uzun boyu... Her şeyi yerinde, meseleyi tam bilen ve işin üzerine giden birisi. Hâkim orada karar yazdırıyor, kararı yazdırırken Bekir Ağabey zaman zaman müdahale ediyor. “O işi öyle değil, şöyledir hâkim bey, orası yanlış” diyor. Birkaç defa müdahale edince hâkim “Bekir Bey, buyurunuz siz yazdırınız” dedi. Çünkü hâkimler de yabancı Risalelere. Hakikaten Bekir Ağabey yazdırdı o kararı. Hâkim Risalelerden alıntı yapıyor ya, işte onları düzeltirdi Bekir Ağabey.
Hüsamettin Akmumcu’yu duymuşsunuzdur. O da Burdur’da hazine avukatıydı. Onunla da görüştük biz. Kendisi Amasyalıydı tabi. O burada mahkemeye bir çıkış yaptı. Savcı “Hâkim bey, bu avukat ‘Türkiye’de din hürriyeti yoktur’ diyor! Camiler açık değil mi bu memlekette? Açık!” diyor. Hemen Hüsamettin Akmumcu söz istiyor. Kalkıyor diyor ki; “Efendim, eğer İslâm sadece namazdan ibaret olsaydı Kur’ân-ı Kerîm’in dört satır olması yeterliydi. Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresi’nde ‘Siz malınızla, canınızla Allah yolunda mücadele ve mücahede ediniz’ buyuruyor. Eğer mahkemeyi öğleden sonraya bırakırsanız size bu âyeti getirir, gösteririm” dedi. Savcıyı durdurdu. Ama sert çıktı. Bunu Bekir Ağabey duydu, Bekir Ağabey de vardı o zaman, o sert çıkışı için “Kardeşim yanlış yapıyorsun” dedi. “Buradan yanlış bir karar çıkar, diğer mahkemelere emsal teşkil eder. Böylece aleyhimize delil olur. Sert çıkmayınız lütfen” dedi. Yani müsbet hareket dersini verdi. Bekir Ağabey hakikaten bu noktada çok olgundu. Yine aynı dönemde mahkemeden çıktı, Burdur’da bir dâvâdan haberi olmamış. Endişeleniyor, “Kardeşim, ben sizden bir ücret mi istiyorum? Başka bir şey mi istiyorum? Neden haber vermiyorsunuz? Bir dâvânın aleyhte karar vermesi emsal teşkil ediyor, yanlış sonuç veriyor. Niçin söylemiyorsunuz?” diye endişesini belirtiyor ve üzülüyor. Allah gani gani rahmet eylesin. Büyük insandı ya!
Mehmet Ağabey, bizleri kırmadınız, bu röportajı yapmamıza vesile oldunuz. Allah sizden ebeden razı olsun. Cenâb-ı Hak sizleri ve bizleri bu hizmet-i Kur’âniye ve Nuriyede istihdam etsin inşâallah! İnşâallah Nur Talebesi olarak da hepimize ölmeyi nasip etsin.
Son olarak bir reçete söyleyeyim. Yani insanlığın kurtuluşu için. “Mâriz bir asrın, hasta bir unsurun, âlil bir uzvun reçetesi, ittibâ-ı Kur’ân’dır.” “Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esâsı. İhyâ-yı din ile olur şu milletin ihyâsı. (Said Nursî)”
Çok çok teşekkür ederiz Mehmet Ağabey.
-SON-