Üstad Bediüzzaman, “Asrımızın enbüyük farz vazifesinin; ittihad-ı İslâm olduğunu söylediğine göre, (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 57.) biz de hiç olmazsa onun gerekçesini anlamaya çalışalım.
Bu meselenin ne derece önemli olduğu, hele günümüzde izahtan varestedir. Fakat bir şeye en büyük farz vazife diyebilmek de, öyle kolay bir iş değildir. Çünkü ne kadar makul ve zarurî de, olsa illâki, Öncelikle ayet ve hadislerden karşılığı gerekir. Hiç olmazsa biz de onları tespite çalışalım.
Evet Rabbimiz “va’tasımu, velatenazeu” gibi emirler le ittihad-ı İslâmın farziyetine dikkat çekerek şöyle buyururuyor. “Toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah’ın size olan nimetini anın. Düşmandınız kalplerinizin arasını uzlaştırdı da, onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. (Âl-i İmran: 103-105.)
Diğer bir ayet “Allah’a ve Peygamberine itaat edin sakın birbirinizle çekişmeyin. Sonra zayıflarsınız ve kuvvetiniz kalmaz ve sabredin, şüphe yok ki, Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Enfal: 46.)
Bir de hadislerden bir örnekle yetinelim: “Mü’min mü’mine karşı birbirini tahkim eden bir binanın taşları gibidir. [Bu bağlılığı göstermek için Fahr-i Cihan Efendimiz] mübarek parmaklarını birbirine geçirip kenetledi.” (Buharî, Salât 88; Müslim, Birr 65.) gibi bir çok ayet ve hadisin emrettiği, akl-ı selimin de hahişle onayladığı bir mesele ki, gayr-i Müslimler tesanüdden hasıl olan bir deha ile âlem-i İslâmı ezerken bu derin şaşkınlığın acaba başka bir sebebi olabilir mi? diye düşünürken yine “en büyük farz bugün ittihad-ı İslâm” diyen Üstaddan şöyle çok farklı ve orijinal bir cevap alıyoruz.
Bu acı gerçeği de, daha açık ifade etmek için Lemeat’taki manzumeyi verelim: “Bir hak bilkuvve kalmış. Yahut kuvvetsiz kalmış. Ya mahlûttur, hem mahşuş. Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir. Mühezzep ve müzehhep yapmak için muvakkat, bâtıl ona musallat. Tâ ki sebîke-i hak ne miktar lüzum vardır, Tâ mahz ve halis çıksın mebadide, dünyada bâtıl etse galebe, fakat kazanmaz harbi. ‘Âkıbetü’l-müttakîn’ ona vurur bir darbe...” (Sözler, Lemeat, s. 812.)
Kısaca nesire çevirmeye çalışayım: Bizde hak bilkuvve kalmış (yani bil fiile çıkaramamışız, potansiyel olarak var fakat fonksiyonel değil, su var baraj yok gibi), hattâ kuvvetsiz dayanaksız bırakılmış, hattâ daha da acısı bu gün ehl-i hak hakkı şaşırmış tanımıyor. Onun için şaşı bakılıyor, yani hakkı tanımaz hâle düşmüşüz. İşte onun için; Rabbim o hakkı tanımamız için bâtılı hakka (bize) musallat etmiş ta ki, düşmanın oklarıyla o hakkı anlayıp sahip çikalım. Ne derece ihtiyacımızın olduğunu anlayıp sahip çıkalım diye. Yani Allah (cc) hakkın kıymetini anlamamız için bâtılı muvakkaten musallat etmiştir. (Bu günün Gazzesi de budur) ve biz onu bazı musibetlerle fark ederek “vel akibetü lil müttakin” sırrına mazhar olursak, galebe edeceğiz, diye müjdelemiştir.
Bu en büyük farz meselesi; Bediüzzamanın bir nevi keşfiyetlarından olup, inşaallah bu gün âlem-i İslâmın kurtuluş reçetesi olacaktır.
Üstat: “İslâmiyet; istibdada müsait olmayıp, selm ve müsalemettir” deyip, en güzel otoritenin de şefkat olduğunu ifade etmiş oluyor. Yani hürriyet-i şer’iyyenin göstergesi olan müsbet hareket, aynı zamanda en büyük farzdır. İstibdat İslâm’daki şefkatle taban tabana zıt olan bir nefret kültürüdür. Fakat 1. Dünya Savaşı’nda mağlubiyetimizden sonra bize musallat olan gayr-i müslim idarelerin baskılarına tepkilerle kimyamızı bozmuş, ve tepkili hâle gelmişiz. Çaresi de, yine Fahr-i Cihan Efendimizin hâl ve ahlâkıdır. Çünkü o, canlı Kur’ân’dır.
Bediüzzaman Hazretleri kendi zamanını tasvir ederken bize de, ışık tutarak şöyle diyor. “Ey ehl-i İslâm! İşte küre-i zemin gibi ağır ve âlem-i İslâmiyete çökmüş olan mesaib ve devahiye karşı, nokta-i istinadınız muhabbet ile ittihadı, marifet ile imtizac-ı efkârı, uhuvvet ile teavünü emreden nokta-i İslâmiyettir. (Sünühat)
Eğer âlem-i İslâm, ittihad-ı İslâmı esas alsa artık kimse ona daha hesap soramaz ve bir manada kısaca demokrasinin anlamı da, budur. Böylece ve bu doğrultuda herkes ittifak ederek kardeş olur. Bunu en güzel ifade eden hadislerden biri de, “Müslim, elinden dilinden kimsenin zarar görmediği kişidir” sözüne de, uyulmuş olur. İşte müsbet hareketin de, cihadın da, en güzel özeti budur.
Neticede; ittihad-ı İslâmdan hasıl olacak menfaat. Fazilet ve izzet o derece büyük ve ulvîdir ki; ayrı sınır, ayrı menfaat, ayrı siyaset ve ayak oyunlarından hasıl olacak bütün menfaatler onun yanında mukayese edilemeyecek kadar küçük ve gölgede kalacaktır. Zira ortada ittihattan hasıl olan öyle bir deha olacak ki, bütün bâtıl dehalar yok olacaktır.
Üstadın feryadı ile seslenecek olursak: Ey âlem-i İslam! uyan, Kur’ân’a sarıl, İslâmiyete maddî ve manevî bütün varlığınla müteveccih ol! Ve ey Kur’ân’a bin yıllık tarihinin şehadetiyle hâdim olan ve İslâmiyet nurunun yer yüzünde naşiri bulunan yüksek ecdadın evlâdı… O zaman sen dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insaniyetin vasıta-i saadeti olursun. Ey eski çağların Cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları olan muhterem din kardeşlerim! Beş yüz senedir yattığınız yeter artık Kur’ân’ın sabahında uyanınız. (Tarihçe-i Hayat, s. 140.) yoksa bu gaflet uykusu değil dünyada ukbada da, seni mahvedecektir.
Netice olarak; müsbet hareket yapıcı, menfî hareket yıkıcıdır. Malesef şimdiye kadar gayr-i meşru dayatmalar karşısında, etkiye tepki kabilinden âlem-i İslâm menfîyi kullanmaya âdeta şartlandırılmıştı. Artık yeter gayretullaha dokunuyor, nerde ise kıyamet kopacak bir an önce bu en büyük farz vazife olan ittihad-ı İslâmı icra ederek hüsn-ü hâtimeye kavuşalım. Vesselam...