Şualar - page 998

binaen,
Ayetü’l-Kübra
risalesinde dünya seyyahı, Hâlıkı-
nı aramak, bulmak, tanımak için bütün kâinattan ve en-
va-ı mevcudatından sorduğu ve otuz üç yol ile ve kat’î bür-
hanlarla Hâlık’ını ilmelyakin ve aynelyakin bildiği gibi; o
aynı seyyah, asırlarda ve arz ve semavat tabakalarında
aklıyla, kalbiyle, hayaliyle gezen yorulmaz, tok olmaz, bü-
tün dünyayı bir şehir gibi görüp teftiş ederek, kâh kur’ân
hikmetine, kâh felsefe hikmetine aklını bindirip geniş ha-
yal dürbünüyle en uzak tabakalara bakarak, hakikatleri
vakide olduğu gibi görmüş, bizlere
Ayetü’l-Kübra
’da kıs-
men haber vermiş.
İşte şimdi biz, o ayn-ı hakikat ve bir temsil manasında
olan seyahat-i hayaliyesiyle girdiği pek çok âlemler ve ta-
bakalardan numune için yalnız üç tabakasını, Fatiha ahi-
rindeki muvazenenin yalnız kuvve-i akliye cihetinde bir
misalini gayet muhtasar beyan edeceğiz. sair meşhudatı-
nı ve muvazenelerini, risale-i nur’un muvazenelerine ha-
vale ederiz.
Birinci numune
şöyle: o, dünyaya sırf Hâlık’ını ta-
nımak, bulmak için gelen seyyah, aklına dedi: “Biz, her
şeyden Hâlık’ımızı sorduk; güzel, tam cevap aldık. Şim-
di, `güneşi güneşten sormak lâzım’ darbımeseli gibi, biz
dahi Hâlık’ımızı, ilim ve irade ve kudret gibi kudsî sıfatla-
rının tecellileriyle ve meşhut eserleriyle ve isimlerinin cil-
veleriyle tanımak, bulmak için bir seyahat daha yapaca-
ğız” diye dünyaya girdi.
ahir:
son.
âlem:
varlık sınıflarından her biri.
arz:
yer, dünya.
asr:
yüzyıl.
aynelyakin:
gözle görür derece-
de inanma; bir şeyi görerek ve
seyrederek bilme.
ayn-ı hakikat:
hakikatin aslı, ger-
çeğin tâ kendisi.
beyan etmek:
açıklamak, bildir-
mek, izah etmek.
binaen:
-den dolayı, bu sebep-
ten.
bürhan:
delil, ispat, hüccet.
cihet:
yön.
cilve:
tecelli, görüntü.
darbımesel:
atasözü, vecize.
enva-ı mevcudat:
varlıkların çe-
şitleri, türleri; çeşitli varlıklar.
fanus:
içinde mum yakılan bü-
yük fener, camlı mahfaza, abajur.
Fatiha:
Kur’ân-ı Kerîm’in birinci
suresi.
felsefe:
madde ve hayatı başlan-
gıç ve gaye bakımından incele-
yen ilim.
gayet:
son derece.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
havale:
bir şeyi başkasının üstü-
ne bırakma.
hikmet:
felsefe; kâinattaki ve ya-
ratılıştaki gayeleri araştırma.
ilim:
bilme, bilgi.
ilmelyakin:
ilim yoluyla kesin ola-
rak bilme.
irade:
dileme, isteme, bir şeyi ya-
pıp yapmama konusunda için olan
iktidar, güç.
kâh:
zaman olur, bazen.
kâinat:
evren; yaratılmış olan şey-
lerin tamamı, bütün âlemler.
kandil:
lâmba.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddü-
de mahal bırakmayan.
kısmen:
kısmî olarak, bir kısım.
kudret:
güç, kuvvet, iktidar.
kudsî:
mukaddes, yüce.
Kur’ân:
Allah tarafından va-
hiy yoluyla Hz. Muhammed’e
indirilmiş, semavî kitapların
sonuncusu.
kuvve-i akliye:
akıl duygusu,
akıl hasleti.
meşhudat:
görünenler, gözle
görülen şeyler, müşahede edi-
lenler.
meşhut:
gözle görülmüş, göz-
le görülen, müşahede olunan.
misal:
örnek.
muhtasar:
kısaca, özetle.
muvazene:
mukayese, karşı-
laştırma; ölçü, denge.
mübarek:
feyizli, bereketli,
kutlu.
numune:
örnek.
nur:
aydınlatma, parıltı; Ce-
nab-ı Hakkın bütün kâinatı
isim ve sıfatlarıyla aydınlat-
ması; Kur’ân-ı Kerîm’in 24. su-
resi. Medine’de nazil olmuş-
tur. 64 ayettir.
rahîm:
sonsuz merhamet sa-
hibi olan Allah.
rahman:
sonsuz merhamet
sahibi ve şefkatle bütün var-
lıkları rızıklandıran Allah.
sair:
diğer, başka, öteki.
semavat:
semalar, gökler.
seyahat-ı hayaliye:
hayal ile
yapılan yolculuk.
seyyah:
gezgin, yolcu.
sıfat:
vasıf, nitelik.
sure:
Kur’ân-ı Kerîm’in ayrıldı-
ğı 114 bölümden her biri.
tabaka:
kat, katman.
tecelli:
belirme, bilinme, gö-
rünme.
teftiş:
aslını, doğrusunu gere-
ği gibi sorup araştırma.
temsil:
benzetme, misal ge-
tirme.
o
n
B
eŞinci
Ş
ua
| 998 | Şualar
1...,988,989,990,991,992,993,994,995,996,997 999,1000,1001,1002,1003,1004,1005,1006,1007,1008,...1581
Powered by FlippingBook