Alîm-i Hakîm
’in ilmiyle hem umumu, hem her bir ferdi,
birden bir uyanmak ve gaye-i hilkatine yürümek için bir
hareket alırlar. Hakikat nazarıyla bakanlara “Bin bârekâl-
lah, yüz bin maşaallah!” dedirtirler.
evet, meselâ nutfeler, yumurtalar, tohumlar, çekirdek-
ler, her biri birden ilimden gelen bir ince nizam ve o ni-
zam, maharetten gelen tam bir mizan içinde; o mizan,
yeni bir tanzim, o ise taze bir ölçü ve tevzin içinde; o da-
hi bir temyiz ve terbiye ve müteşabih emsalinden kastî fa-
rika alâmetleri içinde; o da sanatlı bir tezyin ve süslemek
içinde; bu dahi hakîmâne, lâyık, mükemmel cihazat ve
tasvir içinde; bu ise kerîmâne, rızık isteyenlerin zevkleri-
ni memnun etmek için, o mahlûkların ve meyvelerin et-
leri ve yenilen kısımları ihtilâf içinde; bu ise alîmâne,
mu’cizâne, ayrı ayrı nakışlar, ziynetler içinde; bu da ayrı
ayrı güzel, hoş kokular ve lezzetli tatlar içindeki kemal-i
intizam içinde, birbirinden mütemayiz, ayrı iken, kesret
ve sür’at ve vüs’at-i mutlaka içinde, sehivsiz, hatasız, bü-
tün onların suretlerinin inkişafları ve her mevsimde o ha-
rika hâlin devamı içinde bütün o mübareklerin her biri ve
beraber, bu mezkûr on beş dil ile ustalarının harika ma-
haretini ve mu’cizatlı ilmini göze gösterip
Allâmü’l-Gu-
yûb
,
Vacibü’l-Vücud
sâni’lerini güneş gibi bildiriyorlar. İş-
te bu pek geniş ve parlak şahadetleri ve sâniini tebrikle-
ri içindir ki, Miraç gecesinde bütün mahlûkat hesabına
konuşan zat-ı Muhammediye
(
AsM
)
o
äÉn
c n
QÉn
Ñ o
ªr
dn
G
kelimesini
selâm yerinde demiş.
alâmet:
belirti, işaret, iz.
âlimâne:
bilerek, bilene yakışır
tarzda.
alîm-i Hakîm:
her şeyi bilen, her
bir şeyi gaye ve faydalarla yara-
tan Allah.
allâmü’l-Guyûb:
gaybı bilen, gö-
rünmeyen şeyleri bilen, Allah.
bârekâllah:
Allah mübarek etsin,
hayırlı ve bereketli olsun.
cihazat:
cihazlar, kendilerine ihti-
yaç duyulan maddî manevî alet-
ler.
emsal:
örnekler, benzerler.
farika:
fark olunmasına, ayrılma-
sına sebep olan.
gaye-i hilkat:
yaratılış gayesi, mak-
sadı.
hakikat:
gerçek, görülen bir şe-
yin aslı esası.
hakîmâne:
hikmetli bir şekilde.
harika:
olağanüstü.
ihtilâf:
farklı olma, ayrı oluş.
inkişaf:
ortaya çıkma, gelişme.
kastî:
kastederek, isteyerek, bile
bile yapılan.
kemal-i intizam:
intizamın mü-
kemmel oluşu, tam ve eksiksiz
düzen.
kerîmane:
kerîmce, cömertçe, bol
ihsan ve ikram ile.
kesret:
çokluk.
lâyık:
uygun, yakışır, münasip.
maharet:
mahirlik, ustalık.
mahlûk:
yaratık, Allah tarafından
yaratılmış olan.
mahlûkat:
yaratılmışlar, yaratık-
lar, Allah tarafından yaratılanlar.
maşaallah:
Allah’ın istediği gibi,
Allah’ın istediği olur anlamında
hayret ve memnunluk ifade eden
bir ibare.
meselâ:
örneğin.
mezkûr:
zikredilen, adı geçen, anı-
lan.
Miraç:
Peygamberimiz Hz. Mu-
hammed (asm) Efendimizin, Re-
cep ayının 27. gecesinde Cenab-ı
Hakkın huzuruna ruhen, cismen,
hâlen çıkması mu’cizesi.
mizan:
ölçü, denge.
mu’cizâne:
mu’cizeli bir şekilde.
mu’cizat:
mu’cizeler, Allah tara-
fından verilip, yalnız peygamber-
lerin gösterebilecekleri büyük ha-
rika işler.
mübarek:
feyizli, bereketli,
kutlu.
mütemayiz:
temayüz eden,
beliren, seçkin, ayrı.
müteşabih:
birbirlerinden ayırt
edilemeyecek tarzda nitelik
bakımından birbirine benze-
yen.
nakış:
işleme, süsleme.
nazar:
bakış, fikir.
nizam:
düzen.
nutfe:
döl suyu, meni.
rızk:
yiyecek, içecek şey, azık.
Sâni:
her şeyi sanatlı olarak
yaratan Allah.
sehiv:
hata, yanlışlık.
selâm:
barış, rahatlık, selâmet
ve esenlik dileme.
suret:
biçim, tarz, görünüş.
sür’at:
çabuk olma, hızlılık.
şahadet:
şahit olma, şahitlik;
açık alâmet, işaret.
tanzim:
düzenleme, sıralama,
tertipleme.
tasvir:
resim.
temyiz:
inceleyip seçme, ayır-
detme.
terbiye:
besleyip büyütme,
yetiştirme.
tevzin:
tartma, ölçülü hale
koyma.
tezyin:
süsleme, ziynetlendir-
me.
umum:
bütün, herkes.
Vacibü’l-Vücud:
varlığı zarurî
ve zatî olan; varlığı başkasının
varlığına bağlı değil, kendin-
den olup ezelî ve ebedî olan
Allah.
vüs’at-i mutlaka:
mutlak ge-
nişlik.
zat-ı Muhammediyye:
Hz. Mu-
hammed’in zatı, kişiliği.
ziynet:
süs.
o
n
B
eŞinci
Ş
ua
| 1008 | Şualar