o seyyah, hangi tarafa baktıysa, dehşet ve vahşet ve
hayret ve korkmak aldı, göğe çıktığına bin pişman oldu.
Akıl ve hayal, bütün bütün bozuldular. “Bizim vazifemiz
güzel hakikatleri görmek ve göstermek iken, böyle
cehennem gibi çirkin ve azaplı manaları bilmek, müşahe-
de etmek vazifesinden istifa ediyoruz ve istemiyoruz”
derken, birden
(1)
¢p
Vr
Qn
’r
Gn
h p
äGn
ƒ'
ª°s
ùdG o
Qƒo
f *n
G
tecellisiyle
(2)
¢p
Vr
Qn
’r
Gn
h p
äGn
ƒ'
ª°s
ùdG o
?p
dÉn
N
ve
(3)
p
ôn
ªn
?r
dGn
h ¢p
ùr
ªs
°ûdG o
ôu
ë°n
ùo
e
ve
(4)
n
Ú/
`n
ŸÉn
©r
dG t
Ün
Q
gibi çok isimler, her biri birer güneş gibi
(5)
n
í«/
HÉn
°ün
ªp
H Én
«r
f t
ódG n
ABÉ n
ªs
°ùdG És
æs
jn
R r
ón
?n
dn
h
ve
(6)
Én
gÉs
`æs
`jn
Rn
h Én
gÉn
ær
«n
æn
H n
?r
«n
c
r
ºo
¡n
br
ƒn
a p
ABÉ n
ªs
°ùdG n
‹p
G BGho
ôo
¶r
æn
j r
ºn
?n
an
G
ve
(7)
m
äGn
ƒ'
ªn
°S n
™r
Ñ°n
S s
øo
¡j
s
ƒn
°ùn
a p
ABÉ n
ªs
°ùdG n
‹p
G …'
ƒn
àr
°SG s
ºo
K
gibi ayetlerin
burçlarında tulû ettiler, bütün semavatı nurla, meleklerle
doldurdular, bir büyük camie ve mescide ve ordugâha çe-
virdiler. o seyyah
(8)
r
ºp
¡ r
«n
?n
Y n
âr
ªn
©r
fn
G n
øj/
òs
dn
G
cereyanına girdi.
dâllînden,
(9)
x
»u
÷o
m
ôr
ë
n
H
/
‘
m
äÉn
ªo
?`o
¶`n
c r
hn
G
’den kurtuldu. Birden,
cennet gibi muntazam, güzel, muhteşem bir memleket
gördü. Her tarafta Hâlık-ı zülcelâl’i bildiriyorlar bir vazi-
yeti müşahedesiyle, akıl ve hayalin kıymetleri ve vazifele-
ri bin derece terakki etti.
İşte o seyyahın kâinattaki seyahatinin yüzer numune-
sinden bu mezkûr üç numuneye kıyasen sair müşaheda-
tını ve isimlerin cilveleriyle Vacibü’l-Vücud’un marifetini
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümlesi.
azap:
günahlara karşı kabirde ve
ahirette çekilecek ceza.
burç:
.
cereyan:
akım, fikir, sanat veya
siyaset hareketi.
cilve:
tecelli, görüntü.
dâllîn:
doğru yolu şaşırmış, güna-
ha girmiş olanlar.
dehşet:
büyük korku hâli, kork-
ma, ürkme.
hakikat:
gerçek.
Hâlık-ı Zülcelâl:
Sonsuz büyüklük
sahibi yaratıcı, Allah.
kâinat:
evren; yaratılmış olan şey-
lerin tamamı, bütün âlemler.
kıyasen:
kıyas ederek, karşılaştı-
rarak.
kıymet:
değer.
marifet:
bilme, derin bilgi.
mezkûr:
zikredilen, adı geçen, anı-
lan.
muhteşem:
haşmetli, yüce.
muntazam:
nizamlı, intizamlı, dü-
zenli ve düzgün biçimde.
müşahedat:
gözlemler.
müşahede:
bir şeyi gözle görme,
seyretme.
numune:
örnek.
nur:
aydınlatma, parıltı; Cenab-ı
Hakkın bütün kâinatı isim ve sı-
fatlarıyla aydınlatması.
ordugâh:
ordu yeri, ordunun ba-
rınıp konakladığı yer.
sair:
diğer, başka, öteki.
semavat:
semalar, gökler.
seyyah:
gezgin, yolcu.
tecelli:
belirme, bilinme, görün-
me.
terakki:
yükselme, ilerleme.
tulû:
doğma, doğuş.
Vacibü’l-Vücud:
varlığı zarurî ve
zatî olan; varlığı başkasının varlı-
ğına bağlı değil, kendinden
olup ezelî ve ebedî olan Allah.
vahşet:
ıssız yerlerde duyu-
lan korku.
vazife:
görev.
vaziyet:
durum.
1.
Allah göklerin ve yerin nurudur. (Nur Suresi: 35; Ra’d Suresi: 16.)
2.
Arz ve semavatın Hâlıkı.
3.
Güneşi ve ayı musahhar eden.
4.
Âlemlerin Rabbi.
5.
And olsun ki, dünya semasını Biz kandillerle süsledik. (Mülk Suresi: 5.)
6.
Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina edip süsledik. (Kaf Suresi: 6.)
7.
Bundan başka, semaya da iradesini yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti. (Ba-
kara Suresi: 29.)
8.
Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerinin ve onlara tâbi olan salih kul-
larının yoluna ilet. (Fatiha Suresi: 7.)
9.
Yahut [onların amelleri] derin bir denizin karanlıklarına benzer. (Nur Suresi: 40.)
o
n
B
eŞinci
Ş
ua
| 1002 | Şualar