Ve ikinci bir cereyan olan ehl-i dalâlet gibi, birden kü-
re-i arz sefinesine bindi. Hikmet-i kur’âniyeye tâbi olma-
yan fen ve felsefe gözlüğünü taktı. Ve kur’ân okumayan
coğrafya fenninin programıyla baktı, gördü ki: nihayet-
siz bir boşlukta, bir senede yirmi bin senelik bir dairede,
top güllesinden yetmiş defa sür’atli bir hareketle gezer.
Yüz binler nevi bîçare, âciz zîhayatları içine almış. eğer
bir dakika yolunu şaşırsa veya bir serseri yıldız çarpsa, par-
çalanarak hadsiz fezada sukut ile, bütün o bîçare zîha-
yatları ademe, hiçliğe boşaltacak, dökecek diye anladı.
(1)
n
Ú
u
d B É° s
†dG n
’n
h r
ºp
¡r
«n
?n
Y p
܃o
°†r
¨n
Ÿr
G p
ôr
«n
Z
cereyanının dehşetli ma-
nevî musibetini
(2)
x
»u
÷o
m
ôr
ë
n
H
/
‘
m
äÉn
ªo
?`o
¶`n
c r
hn
G
’in boğucu karan-
lığını hissederek, “eyvah! ne yaptık? Bu dehşetli gemiye
neden bindik? Bundan kurtulmak çaresi nedir?” diye o
kör felsefenin gözlüğünü kırdı,
(3)
r
ºp
¡r
«n
?n
Y n
âr
ªn
©r
fn
G n
øj/
òs
dn
G
cere-
yanına girdi. Birden hikmet-i kur’âniye imdadına geldi,
tam hakikatini gösteren bir dürbün aklına verdi, “Şimdi
bak” dedi. Baktı, gördü ki:
(4)
¢p
Vr
Qn
’r
Gn
h p
äGn
ƒ'
ª°s
ùdG t
Ün
Q
ismi,
(5)
/
¬p
br
Rp
Q r
øp
e Gƒo
?o
c n
h Én
¡p
Ñp
cÉn
æn
e /
‘
Gƒo
°ûr
eÉn
a k
’ƒo
dn
P ¢n
Vr
Qn
’r
G o
ºo
µ`n
d n
?n
©n
L…/
òs
dGn
ƒo
g
burcunda bir güneş gibi tulû etti. zemini gayet muntazam
ve selâmetli bir gemi ve zîhayatları rızıklarıyla beraber
içine doldurmuş, kâinat denizinde çok hikmetler ve men-
faatler için seyahatle güneş etrafında gezdirip mevsimle-
rin mahsulâtını erzak isteyenlere getirir ve
Sevr
ve
Hut
namlarında iki meleği o sefineye kaptan yapılmış,
Şualar | 999 |
o
n
B
eŞinci
Ş
ua
ad.
feza:
kâinatta, yıldızlar arasındaki
boşluk, uzay.
gayet:
son derece.
gülle:
top mermisi.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek, görülen bir şe-
yin aslı esası.
hikmet:
İlâhî gaye, yüksek bilgi,
fayda.
hikmet-i Kur’âniye:
Kur’ân’a mah-
sus hikmet, Kur’ân’ın hikmeti.
hut:
büyük balık.
imdat:
yardım.
kâinat:
evren; yaratılmış olan şey-
lerin tamamı, bütün âlemler.
küre-i arz:
yer küre, dünya.
mahsulât:
meyveler, ürünler.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
menfaat:
fayda.
muntazam:
nizamlı, intizamlı, dü-
zenli ve düzgün biçimde.
musibet:
felâket, belâ.
nam:
ad.
nevi:
çeşit, tür.
nihayetsiz:
sonsuz, sınırsız.
rızık:
yiyecek, içecek şey, azık.
sefine:
gemi.
selâmet:
salimlik, eminlik; sıkıntı,
korku ve endişeden uzak olma.
serseri:
gayesiz, hedefsiz; öteden
beri başıboş olan.
sevr:
öküz, boğa.
sükût:
düşme, düşüş; suskunluk.
tâbi:
boyun eğen, uyan, itaat eden.
tulû:
doğma, doğuş.
zemin:
yeryüzü.
zîhayat:
hayat sahibi.
âciz:
zayıf, güçsüz, zavallı.
adem:
yokluk, hiçlik.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
burç:
.
cereyan:
akım, fikir, sanat ve-
ya siyaset hareketi.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yol-
dan çıkanlar, azgın ve sapkın
kimseler.
erzak:
yiyecek, içecek, azık-
lar.
eyvah:
Yazık, heyhat!”.
felsefe:
madde ve hayatı baş-
langıç ve gaye bakımından in-
celeyen ilim.
fen:
tecrübî, ispatla meydana
gelmiş ilimlere verilen genel
1.
Gazabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil. (Fatiha Suresi: 7.)
2.
Yahut derin bir denizin karanlıklarına benzer... (Nur Suresi: 40.)
3.
Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğu peygamberlerinin ve onlara tâbi olan salih kulla-
rının yoluna... (Fatiha Suresi: 7.)
4.
Göklerin ve yerin Rabbi. (Ra’d Suresi: 16.)
5.
Üzerinde gezin ve Allah’ın verdiği rızıktan yiyin diye, yeryüzünü sizin emrinize veren Odur.
(Mülk Suresi:15.)