gayet güzel ve muhteşem memleket-i rabbaniyede Hâ-
lık-ı zülcelâl’in mahlûkat ve misafirlerini keyiflendirmek
için gezdiriyor. Ve onunla,
(1)
¢p
Vr
Qn
’r
Gn
h p
äGn
ƒ'
ª°s
ùdG o
Qƒo
f *n
G
hakikatini gösterir, Hâlık’ını bu ismin cilvesiyle tanıttırır
diye anladı. Bütün ruhucanıyla
(2)
n
Ú/
`n
ŸÉn
© r
dG u
Ün
Q ! o
ór
ªn
ër
dn
G
dedi,
(3)
r
ºp
¡r
«n
?`n
Y n
âr
ªn
©r
fn
G n
øj/
òs
`dn
G
taifesine girdi.
• o seyyahın, âlemlerdeki seyahatinde gördüğü nu-
munelerden,
ikinci numunesi:
o seyyah, küre-i arz ge-
misinden çıkıp hayvanat ve insanlar âlemine girdi. din-
den ruh almayan hikmet-i tabiiye gözlüğü ile o âleme
baktı, gördü ki: o hadsiz zîhayatların hadsiz ihtiyaçları ve
onları inciten ve hırpalayan hadsiz muzır düşmanları ve
merhametsiz hâdiseleri varken, o ihtiyaçlara karşı ser-
mayeleri binden, belki yüz binden ancak bir olabilir. Ve
o muzır şeylere mukabil iktidarları, milyondan ancak bir-
dir. Bu çok dehşetli ve acınacak vaziyette, rikkat-i cinsi-
ye ve şefkat-i nev’iye ve akıl alâkadarlığıyla onların hâli-
ne o derece acıdı ve mahzun ve me’yus ve cehennem
azabı gibi elemler alırken ve o perişan âleme girdiğine
bin pişman olurken, birden hikmet-i kur’âniye imdadına
yetişti,
r
ºp
¡r
«n
?n
Y n
âr
ªn
©r
fn
G n
øj/
òs
dn
G
dürbününü verdi; “Bak!” dedi.
Baktı, gördü ki:
¢p
Vr
Qn
’r
Gn
h p
äGn
ƒ'
ª°s
ùdG o
Qƒo
f *n
G
tecellisiyle
Rahman, Rahîm, Rezzak, Mün’im, Kerîm, Hafîz
gibi
çok esma-i İlâhiyenin her biri, birer güneş gibi,
alâkadar:
ilgili, ilişkili, münasebet-
li, bağlı.
âlem:
dünya, cihan.
âlem:
varlık sınıflarından her biri.
azap:
günahlara karşı kabirde ve
ahirette çekilecek ceza.
cilve:
tecelli, görüntü.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
elem:
dert, üzüntü, maddî-mane-
vî ıztırap.
esma-i İlâhiye:
Allah’ın isimleri.
gayet:
son derece.
hâdise:
olay.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
Hafîz:
yarattıklarını koruyup gö-
zeten Allah.
hakikat:
gerçek, bir şeyin aslı,
esası.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
Hâlık-ı Zülcelâl:
Sonsuz büyüklük
sahibi yaratıcı, Allah.
hayvanat:
hayvanlar.
hikmet-i Kur’âniye:
Kur’ân’a mah-
sus hikmet, Kur’ân’ın hikmeti.
hikmet-i tabiiye:
fizik bilgisi.
iktidar:
güç yetme, yapabilme, bir
işi gerçekleştirmek için gereken
kuvvet.
imdat:
yardım.
Kerîm:
ihsan ve ikramı bol olan
Allah.
küre-i arz:
yer küre, dünya.
mahlûkat:
yaratılmışlar, yaratık-
lar, Allah tarafından yaratılanlar.
mahzun:
hüzünlü, kederli, kaygı-
lı, dertli, üzüntülü.
memleket-i rabbaniye:
Cenab-ı
Hakkın şefkat ve merhametle ter-
biye ve idaresinin hüküm sürdü-
ğü memleket.
merhamet:
acımak, şefkat gös-
termek, korumak, esirgemek.
me’yus:
yeise düşmüş, ümitsiz,
kederli.
muhteşem:
haşmetli, yüce.
mukabil:
karşılık.
muzır:
zararlı, zarar veren.
Mün’im:
nimet veren, ikram eden,
Allah.
numune:
örnek.
rahîm:
sonsuz merhamet sa-
hibi olan Allah.
rahman:
sonsuz merhamet
sahibi ve şefkatle bütün var-
lıkları rızıklandıran Allah.
rezzak:
bütün yaratılmışların
rızkını veren ve ihtiyaçlarını
karşılayan Allah.
rikkat-i cinsiye:
cinsî şefkat,
insanın kendi cinsinden olana
acıması.
ruh:
öz, can alıcı nokta.
ruhucân:
ruh ve can; ruh ve
canla.
sermaye:
ana para.
seyyah:
gezgin, yolcu.
şefkat-i nev’iye:
kendi nev’ine,
kendi cinsine karşı duyulan
şefkat, merhamet ve sevme
hissi.
taife:
takım, güruh.
tecelli:
belirme, bilinme, gö-
rünme.
vaziyet:
durum.
zîhayat:
hayat sahibi.
1.
Allah göklerin ve yerin nurudur. (Nur Suresi: 35.)
2.
Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. (Fatiha Suresi: 2.)
3.
Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerinin ve onlara tâbi olan salih kul-
larının yoluna ilet. (Fatiha Suresi: 7.)
o
n
B
eŞinci
Ş
ua
| 1000 | Şualar