cemal-i sermedînin âyinesi. Ve cilveleri ve kâinattaki bü-
tün cemal ve kemal ve güzellikler, o sermedî hüsünden
gelir ve ona intisapla güzelleşir, kıymeti yükselir. Yoksa,
karma karışık bir virane, bir hüzüngâh olur. Ve o intisap
ise, saltanat-ı ulûhiyetin dellâlları ve ilâncıları olan ins ve
melek ve ruhanîlerin marifet ve tasdikleriyle anlaşılır. Hat-
ta o dellâlların güzel ve tatlı hamdlerini ve senalarını ve
Ma’bud’una medihlerini ve onların kelimelerini her tara-
fa neşir ve Arş-ı Azamın canibine sevk etmek için, hava
unsurunun zerreleri emirber neferler, küçücük diller ve
kulaklar gibi o güzel kelimeleri dergâh-ı ulûhiyete takdim
etmek için o pek harika vaziyet-i acibe havaya verildiği-
ne kuvvetli bir ihtimal var diye kalbime geldi.
İşte, ins ve melek, nasıl ki imanları ve ubudiyetleriyle
Ma’bud-i zülcelâl’i bildiriyorlar; öyle de, o Hakîm-i zülce-
lâl dahi, o ilâncılara verdiği çok cami istidatlarla, pek ha-
rika cihazlarla ve dekaik-ı ilmiyeleriyle her birisini bütün
kâinatla alâkadar bir küçük kâinat hükmüne getirmekle
kendini pek parlak bir tarzda bildiriyor. Meselâ, insanın
küçücük kafasında ceviz kadar bir yerde kuvve-i hafıza,
kuvve-i hayaliye, kuvve-i müfekkire gibi müteaddit, acip
makineleri yaratmak ve kuvve-i hafızayı bir büyük kütüp-
hane hükmüne getirmekle, ilm-i ezelînin cilvesiyle güneş
gibi kendini gösteriyor.
(HaşİYe)
Şualar | 1011 |
o
n
B
eŞinci
Ş
ua
ler.
kemal:
olgunluk, mükemmellik,
kusursuz, tam ve eksiksiz olma.
kıymet:
değer.
kuvve-i hafıza:
hafıza gücü.
kuvve-i hayaliye:
hayal duygu-
su, hayal gücü.
kuvve-i müfekkire:
düşünme duy-
gusu.
Ma’bud:
kendisine ibadet edilen,
tapınılan, kulluk edilen Allah.
Ma’bud-i Zülcelâl:
azamet, bü-
yüklük sahibi olan Allah.
marifet:
bilme, derin bilgi.
medih:
övmek.
meselâ:
örneğin.
müteaddit:
çeşitli, bir çok.
nefer:
asker, er.
neşir:
yayma, yayım, herkese du-
yurma.
ruhanî:
gözle görülmeyen, cismi
olmayan, elle tutulamayan var-
lıklar.
saltanat-ı ulûhiyet:
kâinatta şe-
rik, ortak kabul etmeyen İlâhî sal-
tanat.
sena:
methetme, övme.
sermedî:
ebedî, daimî, sürekli.
sevk:
yöneltme, gönderme.
takdim:
arz etme, sunma.
tarz:
biçim, şekil, suret.
tasdik:
bir şeyin veya kimsenin
doğruluğuna kesin olarak hük-
metme.
ubudiyet:
kulluk.
vaziyet-i acibe:
acip ve şaşırtıcı
hâl.
virane:
harabe, yıkıntı.
zerre:
en küçük parça, molekül,
atom.
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
alâkadar:
ilgili, ilişkili, müna-
sebetli, bağlı.
arş-ı azam:
en büyük arş, Al-
lah’ın katı, Cenab-ı Hakkın kud-
ret ve saltanatının en büyük
dairesi.
âyine:
ayna.
cami:
toplayan, içine alan, kap-
sayan.
canip:
yan, yön, cihet, taraf.
cemal:
güzellik.
cemal-i sermedî:
zaman ve
mekân gibi bütün kayıtlardan
bağımsız olan güzellik.
cihaz:
aza, organ.
cilve:
tecelli, görüntü.
dekaik-ı ilmiye:
ilmî incelik-
ler.
dellâl:
ilân edici; hakka davet
eden.
dergâh-ı ulûhiyet:
Allah’ın hu-
zuru.
emirber:
emir eri.
Hakîm-i Zülcelâl:
sonsuz bü-
yüklük sahibi olan ve her şeyi
hikmetle yaratan, Allah.
hamd:
Allah’a karşı şükran ve
memnuniyetini onu överek
bildirme.
harika:
olağanüstü.
haşiye:
dipnot.
hükmüne:
yerine, değerine.
hüsün:
güzellik.
hüzüngâh:
üzüntü yeri.
ihtimal:
olabilirlik.
ilm-i ezelî:
ezelî ilim, Cenab-ı
Hakkın sonsuz ezelî ilmi.
iman:
inanç, itikat.
ins:
insan, beşer, âdemoğlu.
intisap:
mensup olma, bağ-
lanma, girme.
istidat:
kabiliyet, yetenek.
kâinat:
evren; yaratılmış olan
şeylerin tamamı, bütün âlem-
HaşİYe:
pek şiddetli hastalığım müsaade etmiyor; Hüsrev'in tercüme
vazifesine yalnız bir mehaz ve yardımdır.