ve ince bir ölçü ile yerleştirilmiş ve o derece birbirine mü-
nasip ve uygun ve cesedin sair azalarında öyle muntazam
bir tenasüp var ki, nihayetsiz bir ilme malik olmayan, o
vaziyeti onlara vermesi hiçbir cihette imkânı yok.
İşte, aynen bütün zîhayat ve enva-ı mahlûkat, zerrat-
tan tâ Manzume-i Şemsiyedeki seyyarata kadar, öyle tam
bir muvazene ve zerre kadar şaşırmaz bir düzgün ölçü
hükmetmesi, ihatalı bir ilme kat’î delâlet ve parlak şaha-
det eder. demek, ilmin her delili,
Zat-ı Alîm
’in mevcudi-
yetine dahi delildir. sıfat mevsufsuz olması muhal ve im-
kânsız olmasından, bütün hüccetleri
Alîm-i Ezelî’
nin vü-
cub-i vücuduna kuvvetli ve gayet kat’î bir hüccet-i kübra-
dır.
Üçüncü Delil:
o
á s
eBÉ n
©r
dG o
ás
jp
ó°r
ün
?r
dG o
ºn
µp
?r
Gn
h
’dir. Yani,
bütün kâ-
inattaki hallâkıyet ve faaliyette ve tebeddülât ve ihya ve
tavzifat ve terhisatta, bütün masnuatın her biri ve her bir
taifenin tesadüf imkânı olmayan öyle kastî ve bilerek ta-
kılan hikmetleri ve faydaları ve vazifeleri var ve görüyo-
ruz ki, ihatalı bir ilmi bulunmayan, hiçbir cihette, hiçbiri-
sine icat noktasında sahip çıkamaz
.
Meselâ, hadsiz zîhayattan bir insanın yüz cihazatından
bir tek cihazı olan lisanı, bir et parçası iken, iki büyük va-
zifesiyle yüzer hikmetlere, neticelere, meyvelere, fayda-
lara alet oluyor. taamların zevkindeki vazifesi, ayrı ayrı
bütün tatları bilerek cesede, mideye haber vermek ve
rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına dikkatli bir müfettiş ol-
mak; ve kelimeler vazifesinde kalbe ve ruha ve dimağa
Şualar | 1013 |
o
n
B
eŞinci
Ş
ua
matbah:
mutfak.
Meselâ:
örneğin.
mevcudiyet:
mevcut olma, var-
lık.
mevsuf:
vasıflanmış, nitelenmiş.
muhal:
imkânsız.
muntazam:
nizamlı, intizamlı, dü-
zenli ve düzgün biçimde.
muvazene:
denge.
müfettiş:
teftişçi; bir işin düzenli,
kanun ve kaidelere uygun olarak
yürütülüp yürütülmediğini incele-
mekle vazifeli memur.
münasip:
uygun.
nihayetsiz:
sonsuz, sınırsız.
rahmet-i İlâhiye:
Allah’ın sonsuz
rahmeti, İlâhî rahmet.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın te-
meli ve sebebi olan manevî var-
lık.
sair:
diğer, başka, öteki.
seyyarat:
gezegenler.
sıfat:
vasıf, nitelik.
şahadet:
şahit olma, şahitlik, ta-
nıklık.
taam:
yemek, yiyecek.
taife:
takım, güruh.
tavzifat:
vazifelendirmeler, görev-
lendirmeler.
tebeddülât:
tebeddüller, değişik-
likler, başkalaşmalar.
tenasüp:
uyma, uygunluk, birbiri-
ni tutma.
terhisat:
terhisler, izin vermeler,
serbest bırakmalar.
tesadüf:
rastlantı, bir şeyin ken-
diliğinden meydana gelmesi.
vazife:
görev.
vaziyet:
durum.
vücub-i vücut:
varlığı gerekli ol-
mak, olmaması imkânsız olmak,
varlığı zarurî ve vacip olmak.
Zat-ı alîm:
her şeyi hakkıyla bi-
len Allah.
zerrat:
zerreler, atomlar.
zerre:
en küçük parça, molekül,
atom.
zîhayat:
hayat sahibi.
alîm-i Ezelî:
ezelî ilim sahibi
olan Allah.
aza:
organlar, uzuvlar.
ceset:
vücut, beden.
cihaz:
aza, organ.
cihazat:
cihazlar, uzuvlar, or-
ganlar.
cihet:
yön.
delâlet:
delil olma, gösterme.
delil:
bir davayı ispata yara-
yan şey, bürhan.
dimağ:
akıl, şuur.
enva-ı mahlûkat:
yaratılmış
olanların türleri, çeşitleri.
faide:
fayda.
gayet:
son derece.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hallâkıyet:
yaratıcılık.
hikmet:
İlâhî gaye, gizli se-
bep, fayda.
hüccet:
delil.
hüccet-i kübra:
en büyük hüc-
cet, delil.
hükmetme:
hâkim olma, em-
ri altında tutmak.
icat:
vücuda getirme, yoktan
var etme.
ihatalı:
kuşatıcı.
ihya:
canlandırma, diriltme,
hayat verme.
ilim:
bilgi, marifet.
kâinat:
evren; yaratılmış olan
şeylerin tamamı, bütün âlem-
ler.
kastî:
kastederek, isteyerek,
bile bile yapılan.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
lisan:
dil.
malik:
sahip.
Manzume-i Şemsiye:
güneş
ile ona bağlı olan seyyareler,
güneş sistemi.
masnuat:
sanatla yapılmış şey-
ler.