Şualar - page 174

Elhâs ı l : İspatta netice birdir, vahittir; tesanüt olur. Ne-
fiyde ise, bir değildir, müteaddittir
. Yâ “yanımda ve na-
zarımda” veya “itikadımda” gibi kayıtların herkese göre
taaddüdü ile, neticeler dahi taaddüt eder; daha tesanüt
olmaz.
İşte bu hakikat noktasında, imana karşı gelen kâfirle-
rin ve münkirlerin kesretinin ve zahiren çokluğunun kıy-
meti yoktur. Ve mü’minin yakinine ve imanına hiç tered-
düt vermemek lâzım iken, bu asırda, Avrupa feylesofları-
nın nefiy ve inkârları, bir kısım bedbaht meftunlarına te-
reddüt verip, yakinlerini izale ve saadet-i ebediyelerini
mahvetmiş. Ve insandan, her günde otuz bin adama isa-
bet eden ölümü, mevt ve eceli bir terhis manasından çı-
karıp, idam-ı ebedî suretine çevirmiş. kapısı kapanma-
yan kabir, daima idamını o münkire ihtar etmekle, lez-
zetli hayatını elim elemlerle zehirliyor. İşte, iman ne ka-
dar büyük bir nimet ve hayatın hayatı olduğunu anla!
İkinci Mesele:
Bir fennin veya bir sanatın medar-ı mü-
nakaşa olmuş bir meselesinde, o fennin ve o sanatın ha-
ricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve sanatkâr da
olsalar, sözleri onda geçmez. Hükümleri hüccet olmaz.
o fennin icma-ı ulemasına dâhil sayılmazlar.
Meselâ, büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde
ve tedavisinde, bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve
bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe mane-
viyattan tebaud eden ve nura karşı gabileşen ve kabala-
şan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münki-
râne sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.
âlim:
ilim ile uğraşan, ilim adamı.
asr:
yüzyıl, asır.
bedbaht:
bahtsız, tâli’siz, zavallı.
bilhassa:
özellikle.
dâhil:
karışma, girme.
ecel:
her canlının Allah tarafından
takdir edilen ölüm vakti.
elem:
dert, üzüntü, maddî-mane-
vî ıztırap.
elhâsıl:
hâsılı, netice itibarıyla, kı-
saca.
elîm:
şiddetli, çok dert ve keder
veren.
fen:
tecrübî, ispatla meydana gel-
miş ilimlere verilen genel ad.
feylesof:
felsefeci, filozof.
gabi:
anlayışsız, ahmak.
hakikat:
gerçek, esas.
hariç:
dışarı.
hususan:
bilhassa, özellikle.
hüccet:
delil.
hüküm:
karar, emir.
hükmü geçmek:
sözü, kanaati ge-
çerli olmak.
icma-ı ulema:
âlimlerin her hangi
bir konu veya mesele üzerinde
aynı görüşü paylaşmaları.
idam:
yok olma.
idam-ı ebedî:
dirilmemek üzere
yok oluş, ahiret inancı olmadığı
için ölümü ebedî yokluğa gitmek
olarak görme.
ihtar:
hatırlatma, uyarı.
iman:
inanma, itikat.
isabet:
rast gelme, rastlama.
ispat:
doğruyu delillerle göster-
me.
izale:
giderme, ortadan kaldırma.
kabir:
mezar.
kâfir:
Allah’ı ve İslâmiyeti inkâr
eden, dinsiz.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin
tamamı, bütün âlemler, varlıklar.
kesret:
çokluk.
keşif:
bulma, meydana çıkarma.
kıymet:
değer.
maddiyat:
maddî ve cismanî şey-
ler; inanç, fikir, dinle ilgili husus.
mahv:
yok etme, ortadan kaldır-
AYETÜ’L-KÜBRA
| 174 |
Y
edinci
Ş
ua
Şualar
ma, batma.
maneviyat:
mana, his ve inanç
ve düşünceye ait şeyler.
medar-ı münakaşa:
münaka-
şaya, tartışmaya sebep olan.
meftun:
tutkun, müptelâ, aşı-
rı bağlanmış.
mesele:
önemli konu.
mevt:
ölüm.
mü’min:
iman eden, inanan.
münkir:
Allah’ın varlığını ka-
bul ve tasdik etmeyen, iman-
sız, dinsiz.
münkirâne:
inkâr edercesine,
inkârcıya yakışacak şekilde.
müteaddit:
çok, bir çok.
nazar:
bakış, dikkat.
nefiy:
inkâr etme, olumsuzla-
ma.
netice:
sonuç.
nimet:
lütuf, ihsan, bağış.
saadet-i ebediye:
sonu olma-
yan, sonsuz mutluluk.
sanatkâr:
sanatçı, usta.
suret:
biçim, tarz, görünüş.
taaddüt:
birden çok olma, ço-
ğalma, sayısı artma.
tabip:
hasta tedavi eden kim-
se, hekim, doktor.
tebaud:
uzaklaşma, uzağa çe-
kilme, birbirinden uzak düş-
me.
tedavi:
iyileştirme, iyi etme.
tereddüt:
karar verememe,
şüphede kalma.
terhis:
izin verme, serbest bı-
rakma.
tesanüt:
dayanışma, birbirine
dayanma, birbirinden destek
alma, omuzdaşlık.
vahit:
yalnız, tek, bir.
yakin:
kesin bilme, şüpheden
sıyrılarak son derece doğru ve
kuvvetli bilme.
zahiren:
görünüşte.
1...,164,165,166,167,168,169,170,171,172,173 175,176,177,178,179,180,181,182,183,184,...1581
Powered by FlippingBook