(1)
o
AÀ=/
†o
j Én
¡o
`àr
`jn
R o
OÉn
µn
j
’nun makamı, bin iki yüz yetmiş do-
kuz olup,
(2)
l
Qƒo
f l
QÉn
f o
¬°r
ù°n
ùr
“n
r
/n
r
ƒn
dn
h
kısmı ise, iki
tenvin
iki
¿
sayılmak cihetiyle, bin iki yüz seksen dört ederek, hem
elektriğin taammümünün kurbiyetini, hem
Resaili’n-
Nur’
un yakınlığını, hem on dört sene sonra müellifinin
velâdetini
(3)
o
OÉn
µ n
j
kelime-i kudsiyesiyle manen işaret etti-
ği gibi, cifirle de tam tamına aynı tarihe tevafukla işaret
eder. Malûmdur ki, zayıf ve ince ipler içtima ettikçe kuv-
vetleşir, kopmaz bir hâlât olur. Bu sırra binaen, bu aye-
tin bu işaretleri birbirine kuvvet verir, teyit eder. tevafuk
tam olmazsa da, tam hükmünde olur ve işareti delâlet de-
recesine çıkar.
Tembih:
Ben bu Ayet-i Nuriye’nin işaretlerini elektrik
ve Resaili’n-Nur’un hatırı için beyan etmedim. Bel-
ki bu ayetin i’caz-ı manevîsinin bir şubesinden bir
lem’asını göstermek istedim.
El hâs ı l
: Bu ayet-i kudsiye, sarih manasıyla nur-i İlâhî
ve nur-i kur’ânî ve nur-i Muhammedîyi (
AsM
) ders verdi-
ği gibi, mana-i işarîsiyle de her asra baktığı gibi, on
üçüncü asrın ahirine ve on dördüncü asrın evveline dahi
bakar ve dikkatle baktırır. Ve bu iki asrın ahir ve evvelle-
rinden en ziyade nazara çarpan ve en ziyade münase-
bet-i maneviyesi bulunan ve bu ayetin umum cümleleri-
nin muvafakatlerini ve mutabakatlarını en ziyade kaza-
nan elektrik ile resaili’n-nur olduğundan, doğrudan
ahir:
son.
asr:
yüzyıl.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümlesi.
ayet-i kudsiye:
Kur’ân’ın kudsî
ayeti.
ayet-i Nuriye:
Nur Suresinin ışık
ve nuru anlatan 35. ayeti.
beyan etmek:
açıklamak, bildir-
mek, izah etmek.
binaen:
-den dolayı, bu sebepten.
cifir:
harflere verilen sayı kıymeti
ile geleceğe veya geçen hâdisele-
re, ibarelerden tarih veya isme da-
ir işaretler çıkarmak ilmî.
cihet:
yön.
delâlet:
delil olma, gösterme.
elhâsıl:
hâsılı, netice itibarıyla, kı-
saca.
evvel:
başlangıç.
hâlât:
kalın ip, urgan.
hükmünde:
değerinde, yerinde.
i’caz-ı manevî:
manen mu’cize
oluş.
içtima:
toplanma.
kelime-i kudsiye:
yüce, kudsî söz.
kurbiyet:
yakınlık, yakın olma, ya-
kınlık kazanma.
lem’a:
parıltı.
makam:
yer, mevki.
malûm:
bilinen, bilinir olan.
mana-i işarî:
yazı ve işaretlerle
ifade edilen mana.
manen:
mana bakımından, ma-
naca.
mutabakat:
uyma, uygunluk, bir-
birini tutma.
muvafakat:
uyma, uyuşma, uy-
gunluk.
müellif:
eser telif eden, yazan.
münasebet-i maneviye:
manevî
münasebet, yakınlık, irtibat.
nazar:
bakış, dikkat.
nur-i İlâhî:
Allah’ın verdiği nur.
nur-i Kur’ânî:
Kur’ân-ı Ke-
rîm’in nuru, aydınlığı, ışığı.
nur-i Muhammedî:
Hz. Mu-
hammed’in nuru, ışığı.
sarih:
açık, aşikâr.
sır:
gizli hakikat.
şube:
bir bütünün bölündüğü
ikinci derece parçalardan her
biri.
taammüm:
umumîleşme, ge-
nel olma, yaygınlaşma.
tembih:
uyarma, ikaz.
tenvin:
Arabca bir kelimenin
sonunu nun gibi okutmak
üzere konulan işaret; kelime-
nin sonuna iki üstün (en), iki
esre.
tevafuk:
uygunluk; belli sıra,
ölçü ve münasebetler içerisin-
de birbirine denk gelme.
teyit:
kuvvetlendirme, sağ-
lamlaştırma.
umum:
bütün.
velâdet:
doğma, doğuş.
zaif:
zayıf.
ziyade:
çok, fazla.
1.
Yakıtı ışık verecek kabiliyettedir. (Nur Suresi: 35.)
2.
Kendisine ateş dokunmasa bile... O nurdur. (Nur Suresi: 35.)
3.
Hemen, neredeyse.
B
irinci
Ş
ua
| 1074 | Şualar