şecere-i kudsiyesi olan kur’ân’ın basamakları olan
ulûm-i Arabiyeyi tedrise başladığı aynı tarihe tam tamına
tevafuk ederek remzen bakar.
İşte bu kadar manidar ve müteaddit tevafukat-ı kur’â-
niyenin ittifakı yalnız bir emare, bir işaret değil, belki kuv-
vetli bir delâlettir; belki, elektrikle beraber,
Resaili’n-Nur’
a
münasebet-i maneviyesiyle bir tasrihtir.
Bu ayetin münasebet-i maneviyesinin letafetlerinden
bir letafeti şudur ki: İhbar-ı gayp nev’inden mu’cizâne
hem elektriğe, hem
Risalei’n-Nur’
a işaret ettiği gibi, iki-
sinin zuhurlarına ve zaman-ı zuhurlarından sonraki te-
kemmül zamanlarına ve hilâf-ı âdet vaziyetlerini çok gü-
zel gösteriyor.
Meselâ,
(1)
’
m
ás
«p
Hr
ôn
Z n
’n
h m
ás
«p
br
ô°n
T n
’ m
án
fƒo
`àr
`jn
R
cümlesi der: “nasıl
ki elektriğin kıymettar metaı, ne şarktan, ne de garptan
celp edilmiş bir mal değildir. Belki yukarıda, cevv-i hava-
da rahmet hazinesinden, semavat tarafından iniyor. Her
yerin malıdır. Başka yerden aramaya lüzum yoktur” der.
öyle de manevî bir elektrik olan resaili’n-nur dahi ne
Şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne garbın felsefe
ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş
bir nur değildir. Belki, semavî olan kur’ân’ın Şark ve gar-
bın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edil-
miştir.
Hem meselâ,
(2)
l
Qƒo
f l
QÉn
f o
¬°r
ù°n
ùr
“n
r
/n
r
ƒn
dn
h o
AÀ=/
†o
j Én
¡o
`àr
`jn
R o
OÉn
µn
j
cümlesi, mana-i remziyle diyor ki: “on üçüncü ve on
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümlesi.
celp:
çekme, çekiş, kendine çek-
mek.
cevv-i hava:
hava boşluğu.
delâlet:
delil olma, gösterme; alâ-
met, işaret.
emare:
alâmet, belirti, nişan.
fanus:
içinde mum yakılan büyük
fener, camlı mahfaza, abajur.
felsefe:
madde ve hayatı başlan-
gıç ve gaye bakımından inceleyen
ilim.
fevkinde:
üstünde.
fünun:
fenler.
garp:
güneşin battığı taraf, batı.
hazine:
zengin ve değerli kaynak.
hilâf-ı âdet:
âdete aykırı.
ihbar-ı gayp:
gayptan gelen ha-
ber, geçmiş veya gelecek zamana
ait haberler.
iktibas:
alıntı.
ittifak:
birleşme, fikir birliği etme.
kandil:
lâmba.
kıymettar:
kıymetli, değerli.
letafet:
lâtiflik, hoşluk, incelik.
malûmat:
bilgiler, bilinen şeyler.
mana-i remzî:
işaret edilen ma-
na, dikkate sunulan anlam.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
manidar:
nükteli, ince manalı.
mertebe-i arşî:
yüksek mertebe.
meselâ:
örneğin.
meta:
fayda, menfaat, hayır, ni-
met.
mu’cizâne:
mu’cizeli bir şekilde.
mübarek:
feyizli, bereketli, kutlu.
münasebet-i maneviye:
manevî
münasebet, yakınlık, irtibat.
müteaddit:
çeşitli, bir çok.
nevi:
çeşit, tür.
rahmet:
şefkat, merhamet,
bağışlama ve esirgeyicilik.
remzen:
remiz ile, işaret ede-
rek, işaretle.
semavat:
semalar, gökler.
semavî:
Allah tarafından olan,
İlâhî.
sure:
Kur’ân-ı Kerîm’in ayrıl-
dığı 114 bölümden her biri.
şark:
güneşin doğduğu yön,
doğu.
şecere-i kudsiye:
kutsal, mü-
barek ağaç.
tasrih:
açıkça ifade ederek
şüphe ve tereddütleri silme.
tedris:
okutma, ders verme.
tekemmül:
olgunlaşma, ke-
male erme, mükemmelleşme.
tevafuk:
uygunluk; belli sıra,
ölçü ve münasebetler içerisin-
de birbirine denk gelme.
tevafukat-ı Kur’âniye:
Kur’-
ân’daki uygunluk.
ulûm:
ilimler.
ulûm-i arabiye:
Arabca ilim-
ler, Arap dilini çeşitli bakım-
lardan inceleyen çeşitli ilimler.
vaziyet:
durum.
zaman-ı zuhur:
görünme, or-
taya çıkma zamanı.
zuhur:
ortaya çıkma.
1.
Ne şarka, ne de garba ait bir zeytin ağacından. (Nur Suresi: 35.)
2.
Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. (Nur Suresi: 35.)
B
irinci
Ş
ua
| 1072 | Şualar