hakikat-i kudsiye lâzımdır ki, onların tecavüzatını durdur-
sun ve bir kısmını imana getirsin.
İşte, Cenab-ı Hakka hadsiz şükürler olsun ki, bu zama-
nın tam yarasına bir tiryak olarak kur’ân-ı Mu’cizülbe-
yan’ın bir mu’cize-i maneviyesi ve lemaatı bulunan risa-
le-i nur, pek çok muvazenelerle, en dehşetli muannit,
mütemerritleri, kur’ân’ın elmas kılıcı ile kırıyor. Ve kâ-
inat zerreleri adedince vahdaniyet-i İlâhiyeye ve imanın
hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor ki; yirmi beş
seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlûp olmayıp
galebe etmiş ve ediyor.
evet, risale-i nur’da iman ve küfür muvazeneleri ve hi-
dayet ve dalâlet mukayeseleri, bu mezkûr hakikatleri bil-
müşahede ispat ediyor. Meselâ, Yirmi İkinci sözün iki
makamının bürhanlarına ve lem’alarına ve otuz İkinci sö-
zün Birinci Mevkıfına ve otuz üçüncü Mektubun pence-
relerine ve
Asa-yı Mûsa’
nın on bir hüccetine, sair muva-
zeneler kıyas edilse ve dikkat edilse, anlaşılır ki, bu za-
manda küfr-i mutlakı ve mütemerrit dalâletin inadını
kıracak, parçalayacak, risale-i nur’da tecelli eden haki-
kat-i kur’âniyedir.
İnşaallah, nasıl tılsımlar mecmuasında, dinin mühim
tılsımlarını ve hilkat-i âlemin muammalarını keşfeden par-
çalar, o mecmuada toplanmış; aynen öyle de, ehl-i dalâ-
letin dünyada dahi cehennemlerini ve ehl-i hidayetin dün-
yada lezaiz-i cennetlerini gösteren ve iman cennetin bir
manevî çekirdeği ve küfür ise cehennem zakkumunun
Şualar | 1057 |
o
n
B
eŞinci
Ş
ua
kıyas:
karşılaştırma, bir şeyi baş-
ka bir şeye benzeterek hüküm
verme.
Kur’ân-ı Mu’cizülbeyan:
açıkla-
malarıyla akılları benzerini yap-
maktan âciz bırakan Kur’ân-ı Ke-
rîm.
küfr-i mutlak:
kayıtsız şartsız kü-
für, mutlak küfür, hiç bir imanî
hükmü, delili, hakikati kabul et-
meme, kesin ve tam bir inkâr.
küfür:
Allah’ın varlığına, birliğine
inanmama, müşriklik, imansızlık.
lem’a:
parıltı.
lemaat:
lem’alar, parıltılar, parla-
yışlar.
lezaiz-i Cennet:
Cennetin lezzet-
leri, Cennet zevkleri.
mağlûp:
yenilmiş, kendisine galip
gelinmiş, yenilen kimse.
makam:
yer, durak.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
mecmua:
toplanıp, biriktirilmiş,
düzenlenmiş şeylerin hepsi.
meselâ:
örneğin.
mevkıf:
durak.
mezkûr:
zikredilen, adı geçen, anı-
lan.
muamma:
anlaşılmaz, çözülmesi
güç iş, anlamı gizli ve güç anlaşılır
söz.
muannit:
inatçı, ayak direyen.
mu’cize-i manevîye:
maneviyat-
la ilgili mu’cize.
mukayese:
karşılaştırma.
muvazene:
ölçü, mukayese, den-
ge.
mühim:
önemli, ehemmiyetli.
mütemerrit:
temerrüt eden, inat-
çı, kötü fiilinde inatlaşan.
nimet:
lütuf, ihsan, bağış.
sair:
diğer, başka, öteki.
şükür:
Allah’ın nimetlerine karşı
memnunluk gösterme, gerek dil
ile gerekse hâl ile Allah’ı hamd
etme.
tecavüzat:
saldırılar, tecavüzler.
tecelli:
belirme, bilinme, görün-
me.
tılsım:
herkesin bilip çözemediği
gizli sır.
tiryak:
en iyi çare, baş ilâç.
vahdaniyet-i İlâhiye:
İlâhî birlik,
Allah’ın bir, tek olması.
zakkum:
Cehennemde yetişen ve
acı meyvesi Cehennemliklere ye-
dirilecek olan bir ağaç.
zerre:
en küçük parça, molekül,
atom.
bilmüşahede:
görerek, bizzat
şahit olarak.
bürhan:
delil, ispat, hüccet.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten
ayrılmak, azmak, doğru yol-
dan ayrılma, azma, batıla yö-
nelme.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
delil:
bir davayı ispata yara-
yan şey, bürhan.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yol-
dan çıkanlar, azgın ve sapkın
kimseler.
ehl-i hidayet:
hidayette ve
doğru yolda olanlar, hidayete
erişmiş kimseler.
elmas:
çok değerli.
galebe:
galip gelme, üstünlük.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek, esas.
hakikat-i Kur’âniye:
Kur’ân’-
ın hakikati, Kur’ân’ın ifade et-
tiği gerçek.
hakikat-i kudsiye:
kudsî, yü-
ce hakikat.
hamd:
Allah’a karşı şükran ve
memnuniyetini onu överek
bildirme.
hidayet:
doğru inanç ve ya-
şayış üzere olmak.
hilkat-i âlem:
âlemin yaratılı-
şı.
hüccet:
delil.
hücum:
saldırma.
iman:
inanma, itikat.
inşaallah:
‘Allah izin verirse’
manasında kullanılan bir dua.
ispat:
doğruyu delillerle gös-
terme.
kâinat:
evren; yaratılmış olan
şeylerin tamamı, bütün âlem-
ler.
keşif:
gizli bir şeyi veya bir
sırrı kalp gözüyle görerek öğ-
renme.