Hem nasıl ki dağları tartacak derecede gayet büyük ve
tam hassas bir teraziye iki müsavi ceviz konulsa, bir küçük
çekirdek bir cevize ilâve edilse, terazinin bir gözü dağ ba-
şına, bir gözü de derin dereye indirmesi kolaylığı derece-
sinde, o iki ceviz yerine iki müsavi dağ mizanın iki gözü-
ne konulsa, birisine bir ceviz ilâvesiyle bir dağı göklere
kaldırır, bir dağı derelere indirir. Aynen öyle de, ilm-i ke-
lâmın tabirince,
“imkân, müsaviyyü’t-tarafeyn
”dir. Yani,
vacip ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel
olan şeylerin vücut ve ademleri, bir sebep bulunmazsa
müsavidir, farkları yoktur. Bu imkân ve müsavatta az çok,
büyük küçük birdirler.
İşte, mahlûkat, mümkindirler ve imkân dairesinde vü-
cut ve ademleri müsavi olmasından, Vacibü’l-Vücud’un
hadsiz kudret-i ezeliyesi bir tek mümkine vücut vermesi
kolaylığında, bütün mümkinatın vücudu, ademin muva-
zenesini bozar, her şeye lâyık bir vücudu giydirir. Ve va-
zifesi bitmiş ise, zahirî vücut libasını çıkarıyor, suretâ ade-
me, belki daire-i ilimdeki manevî vücuda gönderir. de-
mek eşya, kadîr-i Mutlak’a verilse, bahar bir çiçek kadar,
bütün insanların haşirde ihyaları bir nefis kadar kolay
olur. eğer esbaba isnat edilse, bir çiçek bir bahar kadar
ve bir sinek bütün hayvanat kadar müşkülâtlı olur.
Hem nasıl ki intizam sırrıyla, bir koca sefine veya
tayyareyi bir parmağı düğmesine dokunmakla harekete
getirmesi, bir saatin zembereğine anahtarla parmak
dokunmasıyla harekete girmesi derecesinde kolay ve
rahattır; aynen öyle de, ilm-i ezelînin düsturlarıyla ve
Şualar | 1029 |
o
n
B
eŞinci
Ş
ua
mahlûkat:
yaratılmışlar, yaratık-
lar, Allah tarafından yaratılanlar.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
mizan:
terazi, ölçü.
muhtemel:
ihtimal dâhilinde, ola-
bilir.
muvazene:
denge, ölçü.
mümkin:
mümkün, olabilir olan-
lar, yaratılanlar.
mümkinat:
yaratılanlar, mümkün
olanlar, imkân dâhilindekiler, ola-
bilir şeyler.
mümteni:
imkânsız, olamaz.
müsavat:
müsavilik, eşitlik, her
bakımdan aynı derecede olma.
müsavi:
eşit.
müsaviyyü’t-tarafeyn:
iki tarafın
eşitliği.
müşkülât:
müşküller, güçlükler,
zorluklar.
nefis:
hayat, ruh, can.
sefine:
gemi.
sır:
gizli hakikat.
sureta:
görünüşte, görünüş ola-
rak.
tabir:
ifade; deyim.
tayyare:
uçak.
Vacibü’l-Vücud:
varlığı zarurî ve
zatî olan; varlığı başkasının varlı-
ğına bağlı değil, kendinden olup
ezelî ve ebedî olan Allah.
vacip:
zorunlu.
vazife:
görev.
vücut:
var olma, varlık.
vücut:
varlık.
zahirî:
görünüşte olan; zahire, dı-
şa ait olan.
zemberek:
saatlerin çeşitli parça-
larını harekete geçiren yay.
adem:
yokluk.
daire-i ilim:
ilim dairesi.
düstur:
kanun, kural, esas,
prensip.
esbap:
sebepler, vasıtalar.
gayet:
son derece.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hassas:
incelikli, en ufak ölçü-
leri sağlıklı ve kesin olarak ve-
ren.
haşir:
kıyametten sonra bü-
tün insanların bir yere toplan-
maları, Allah’ın ölüleri diriltip
mahşere çıkarması.
hayvanat:
hayvanlar.
ihya:
canlandırma, diriltme,
hayat verme.
ilm-i ezelî:
ezelî ilim, Cenab-ı
Hakkın sonsuz ezelî ilmi.
ilm-i kelâm:
kelâm ilmi, Ce-
nab-ı Hakkın zat ve sıfatların-
dan, nübüvvet, haşir, kader gi-
bi imana ait meselelerden İs-
lâmî esaslar dairesinde delil
ve bürhana dayalı olarak bah-
seden ilim.
imkân:
var olması veya yok
olması düşünülebilir olma, var
olması da, yok olması da zo-
runlu olmama.
intizam:
düzenlilik, düzgün-
lük.
isnat:
dayandırma, mal etme,
bir şeyi bir kimseye ait gös-
terme.
Kadîr-i Mutlak:
hiç bir kayıt
ve şarta tâbi olmaksızın her
şeye gücü yeten sonsuz kud-
ret sahibi, Allah.
kudret-i ezeliye:
ezele ait kud-
ret, başı-sonu olmayan son-
suz İlâhî kudret, kuvvet.
lâyık:
uygun, yakışır, müna-
sip.
libas:
elbise.