nedir, nerede güzellik?” O vakit küfran-ı nimet olur ve
hulleyi sana giydiren mahir sanatkâra karşı hürmetsizlik
olur. Eğer müftehirâne desen: “Evet, ben çok güzelim.
Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteri-
niz.” O vakit, mağrurâne bir fahirdir. İşte, fahirden, küf-
randan kurtulmak için demeli ki: “Evet, ben güzelleştim.
Fakat, güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydi-
renindir, benim değildir.”
İşte bunun gibi, ben de sesim yetişse bütün küre-i arza
bağırarak derim ki:
Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fa-
kat, benim değildirler, Kur’ân-ı Kerîm’in hakaikından te-
lemmu etmiş şualardır.
(1)
m
ós
ªn
ëo
ªp
H »/
àn
dÉn
?n
e o
âr
Mn
ón
e r
øp
µ '
dn
h @ »/
àn
dÉn
?n
ªp
H Gk
ós
ªn
ëo
e o
âr
Mn
ón
eÉn
en
h
düsturuyla derim ki:
p
¿'
Gr
ôo
?r
dÉp
H »/
JÉn
ªp
?n
c o
âr
Mn
ón
e r
øp
µ '
dn
h@»/
JÉn
ªp
?n
µp
H n
¿'
Gr
ôo
?r
dG o
âr
Mn
ón
eÉn
en
h
Yani, “
Kur’ân’ın hakaik-ı i’cazını ben güzelleştireme-
dim, güzel gösteremedim. Belki Kur’ân’ın güzel hakikat-
leri benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi
.” Ma-
dem böyledir; hakaik-ı Kur’ân’ın güzelliği namına,
Sözler
namındaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlığa te-
rettüp eden inayat-ı İlâhiyeyi izhar etmek, makbul bir tah-
dis-i nimettir.
BEŞİNCİ SEBEP:
Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten
işittim ki: O zat, eski velîlerin gaybî işaretlerinden istihraç
etmiş ve kanaati gelmiş ki, “Şark tarafından bir nur zu-
hur edecek, bid’alar zulümatını dağıtacak.” Ben böyle
aleyhissalâtü vesselâm:
‘salât ve
selam onun üzerine olsun’ anla-
mında Hz. Muhammed’e dua
âyine:
ayna.
âyinedar:
ayna tutan
bid’a:
dinin aslına uymayan adet
ve uygulamalar.
düstur:
kaide, esas, prensip
ehl-i velâyet:
velî olanlar; erenler,
Allah’ın dostluğunu kazananlar,
velîlik sıfatını taşıyanlar.
evvel:
önce
fahr:
övünme, böbürlenme
gaybî:
gaybla ilgili, bilinmeyenle il-
gili
hakaik:
hakikatler, doğrular, ger-
çekler.
hakaik-ı i’câz:
mu’cizeli hakikat-
ler, gerçekler
hakaik-ı Kur’ân:
Kur’ân’ın haki-
katleri, gerçekleri
hakikat:
gerçek, esas
hulle:
elbise
hürmet:
saygı
inayat-ı İlâhiye:
Allah’ın yardımla-
rı
istihraç:
bir şeyden bir şey çıkar-
ma, sonuç çıkarma, mana çıkarma
izhar:
gösterme, açığa vurma
kanaat:
inanma, görüş, fikir
küfran:
iyilik bilmeme, görülen
iyiliği unutma, nankörlük.
küfran-ı nimet:
nimete karşı nan-
körlük etme, Cenab-ı Hakkın ihsan
ettiği nimetleri bilmemek, hür-
metsizlikte bulunmak, nimetlere
şükürsüzlük.
küre-i arz:
yer küre, dünya
libas:
elbise
madem:
...den dolayı, böyle ise
mağrurâne:
gururlu bir şekilde,
kendini beğenerek
mahir:
maharetli, becerikli
makbul:
kabul edilmiş, geçerli
müftehirane:
iftiharla, övüne-
rek, gururlu bir şekilde
nam:
ad
nur:
aydınlık, parıltı, ışık
sanatkâr:
sanatçı, usta
şark:
Doğu bölgeleri
şua:
ışın, bir ışık kaynağından
uzanan ışık telleri
tabirat:
tabirler, ifadeler, te-
rimler, deyimler.
tahdîs-i nimet:
Cenab-ı Hakka
karşı şükrünü eda etme ve te-
şekkür etme maksadıyla ka-
vuştuğu nimeti başkalarına
anlatma
telemmu:
parıldama, ışılda-
ma.
terettüp:
bir işin birinin üzeri-
ne düşmesi
ulvî:
yüksek, yüce
velî:
Allah’ın sevgisine, hima-
yesine kavuşmuş, ermiş kim-
seler, Allah dostu, evliya.
zat:
kişi, şahıs
zuhur:
görünme, belli olma,
ortaya çıkma
zulümat:
karanlıklar, dinsizlik,
zulüm ve külür
1.
Ben sözlerimle (Muhammed’i (
ASM
) övmüş, güzel göstermiş olmadım; aksine Mu-
hammed’den (
ASM
) bahsetmek benim sözlerimi güzelleştirdi. (İmam-ı Rabbanî, Mektubat,
1:58.)
P
ARLAK
F
IKRALAR
| 376 | SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ