dokuz, belki on beş kuvvetli delilden kat-ı nazar, edna bir
işaret kelâmında bulunsa, bize baktığına delâlet eder; ha-
fi bir işaret etse kâfidir. Çünkü makam iktiza ediyor, mu-
tabık-ı mukteza-i hâldir ve münasebet kavidir.
Ey benimle beraber Hazret-i Şeyhin teveccüh ve duası-
na mazhar kardeşlerim! Şu Üstadımız, bizi istikbalde
adem zulümatı içinde düşünüp bizimle meşgul olurken,
biz o mazide mevcut ve nur perdeleri içinde üstadımızı ve
üstadımızın üstadı ve ceddi olan Fahrü’l-Âlemin Aleyhis-
salâtü Vesselâm Efendimizin teveccühlerinden gaflet et-
mek, onlara istinat etmemek lâyık mıdır? Madem onlar
bizi düşünüyorlar; biz de bütün kuvvet ve ruhumuzla on-
lara itimat edip ve emirlerine bilâ kayd ü şart itaat etme-
liyiz.
Ehl-i dünyanın telsiz, telgraf ve telefonları şarktan gar-
ba gittiği gibi, işte ehl-i hakikatin de maziden, dokuz yüz
sene mesafe-i azîmeden müstakbele böyle manevî tele-
fonları işleyebilir ve manevî teleskopları görebilir. Malûm-
dur ki, zayıf emareler, içtima ettikçe kuvvet bulur, delil
hükmüne geçer. İncecik ipler, içtima ettikçe kopmaz, ha-
lat olur. Küllî, umumî kayıtlar, içtima ettikçe hususiyet
peyda edip taayyün eder. Bu sırra binaen, Hazreti Şey-
hin bu beş satırında sekiz-dokuz kuvvetli işaretin içtima-
ında hiç şek ve şüphe bırakmadı ki, Hazret-i Şeyh, şim-
diki Kur’ân-ı Hakîm’in şakirtlerine biiznillâh üstadlık edi-
yor, bihavlillâh şefkati altında himaye ediyor.
adem:
yokluk.
aleyhissalâtü vesselâm:
‘sa-
lât ve selam onun üzerine ol-
sun’ anlamında Hz. Muham-
med’e dua.
bihavlillah:
Allah’ın kuvvet ve
kudreti ile.
biiznillah:
Allah’ın izni ile.
bilâkaydüşart:
kayıtsız ve
şartsız.
binaen:
-den dolayı, bu se-
bepten.
cedd:
dede, büyük baba, ata.
delâlet:
delil olma, gösterme;
alamet, işaret.
delil:
bir davayı ispata yarayan
şey, burhan.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
edna:
en açağı, en basit, en
küçük.
ehl-i dünya:
dünyaya bağlı,
dünya adamı, ahireti düşün-
meyen.
ehl-i hakikat:
hakikati arzula-
yanlar, gerçeği bulup onun pe-
şinden gidenler; Allah adamı.
emare:
alâmet, belirti, nişan.
Fahrülâlemin:
bütün âlemle-
rin iftihar vesilesi olan Hz. Mu-
hammed.
gaflet:
dikkatsizlik, endişesiz-
lik, Allah’tan uzaklaşıp nefsin
arzularına dalmak.
garp:
batı, Batı’da kalan bölge-
ler.
hâfî:
gizli.
halat:
kalın ip, urgan.
himaye:
koruma, muhafaza
etme.
hususîyet:
hususîlik, ayırıcı
özellik.
hükmüne:
yerine, değerine.
içtima:
toplanma.
iktiza:
gerektirme, lüzumlu
kılma.
SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ | 261 |
S
EKİZİNCİ
L
EM
’
A
istikbal:
gelecek zaman.
istinat:
dayanma.
itaat:
söz dinleme, boyun eğme,
emre uygun hareket etme.
itimat:
dayanma, güvenme.
kâfî:
yeter, elverir.
kat-ı nazar:
bakışı kesme, bakma-
ma, alâkayı kesme.
kavi:
kuvvetli, güçlü.
kelâm:
söz, lafız.
Kur’ân-ı Hakîm:
her ayet ve sure-
sinde sayısız hikmet ve faydalar
bulunan Kur’ân.
küllî:
umumî, genel, bütün olan.
madem:
...den dolayı, böyle ise.
makam:
manevî mevki.
malûm:
bilinen, bilinir olan.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
mazhar:
nail olma, şereflenme.
mazi:
geçmiş zaman.
mesafe-i azîme:
büyük mesafe,
uzaklık.
mutabık-ı mukteza-yı hâl:
hâlin
gereğine uygun.
münasebet:
ilgi, ilişki, bağ.
müstakbel:
gelecek zaman.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
peydâ:
meydana gelme, açığa çık-
ma.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın temeli
ve sebebi olan manevî varlık.
sır:
gizli hakikat.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şark:
doğu, doğu bölgeleri.
şefkat:
karşılıksız sevgi besleme,
içten ve karşılıksız merhamet.
şek:
şüphe, zan, tereddüt.
taayyün:
meydana çıkma, belli ol-
ma, belirlenme.
teleskop:
gök cisimlerini görmek-
te ve incelemekte kullanılan çok
güçlü dürbün.
teveccüh:
yönelme, sevgi, ilgi.
umumî:
genel.
zulümat:
karanlıklar, dinsizlik, zu-
lüm ve külür.