binlerce harikalar vardır. o zatın, o zamandaki icraatına
harika diyoruz. Acaba bu zamanın yüzlerce feylesofları,
o zamanda, o vahşetâbâd cezireye gidip, pek uzun za-
manlarda o vahşîleri ıslah için çalışsalar, o zat-ı mürşidin
bir senede muvaffak olduğu kadar, onlar elli senede mu-
vaffak olabilirler mi? Hâşâ!
Dokuzuncu Reşha
Arkadaş!
Aklı başında olan bir adam münazaralı davalarda ya-
lan söyleyemez. Çünkü, bilahare yalanının açığa çıkıp
mahcup olmasından korkar. Ve keza, bir insan yalan
söylediği takdirde, pervasız, lâubalî bir tarzda söyleye-
mez. Ve keza, serbest, heyecanlı söylenmesine girişe-
mez; velev adî bir mesele, küçük bir cemaat içinde, kü-
çük bir vazifede bulunan küçük bir şahıs olsun. Acaba
büyük bir vazifeyle vazifedar, pek büyük bir meselede,
pek büyük bir şeref ve haysiyet sahibi, pek büyük bir ce-
maat içinde, pek şedit hasımların karşısında iddia ettiği
bir davada yalan ve hilâf-ı hakikat söyleyebilir mi?
İşte, o zat-ı nuranî, okuduğu o hutbe-i ezeliyeyi öyle
bir tarzla okuyor; ne tereddüdü var, ne hicabı, ne korku-
su var, ne teessürü... Hem samimî bir safa-i kalble, halis
bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokundurmak
üzere, akıllarını tezyif, nefislerini tahkir edip izzetlerini
kırıyor. Acaba böyle bir davada, böyle bir makamda,
Mesnevî-i nuriye | 47 |
r
eşhalar
perva:
çekinme, sakınma, çekin-
genlik.
reşha:
sızıntı, damla.
safa-i kalp:
yürek ferahlığı, kalbin
manevî kirlerden arınmış ve se-
vinç içerisinde olması.
samimî:
içten, candan, gönülden.
şedit:
şiddetli.
şeref:
manevî büyüklük, yücelik,
onur.
tahkir:
hakaret etme, küçük gör-
me, şeref ve haysiyetini incitme.
tarz:
biçim, şekil.
teessür:
kederlenme, üzülme, acı
duyma.
tereddüt:
kararsızlık, şüphede
kalma.
tezyif:
zayıfa çıkarma, çürütme.
vahşetâbâd:
çok ıssız, korku ve
ürkeklik veren yer.
vahşî:
merhametsiz, duygusuz;
medenîleşmemiş, barbar.
vazife:
görev.
vazifedar:
vazifeli.
velev:
olsa da bile, hatta, ister.
zat:
ululuk sahibi kişi, şahıs (asm).
zat-ı mürşit:
irşat eden, doğru yo-
lu gösteren zat, kişi.
zat-ı nuranî:
nuranî, nurlu, nurlan-
mış zat.
adî:
basit, bayağı, sıradan.
bilahare:
sonra, sonradan,
sonraları.
cemaat:
topluluk.
cezire:
ada.
ciddiyet:
ciddîlik.
dava:
iddia.
dava:
takip edilen fikir, iddia.
feylesof:
felsefe ile uğraşan,
filozof.
halis:
saf, samimî.
harika:
olağanüstü vasıflar ta-
şıyan ve hayranlık hissi uyan-
dıran.
hasım:
düşman, rakip.
hâşâ:
asla, kat’iyen, öyle değil,
Allah göstermesin.
haysiyet:
itibar, şeref, kıymet.
hicap:
perde, örtü; utanma
duygusu.
hilâf-ı hakikat:
gerçeğe ve
hakikate zıt, aykırı.
hutbe-i ezeliye:
ezelî hutbe,
Kur’ân-ı Kerîm.
ıslah:
iyi duruma getirme, iyi-
leştirme, düzeltme.
icraat:
işler.
iddia:
davaya kalkışma, dava
etme.
izzet:
şeref, yücelik; kuvvet,
kudret, üstünlük.
keza:
böylece, aynı şekilde.
lâubalî:
korku ve çekinmesi
olmayan, saygısız, pervasız.
mahcup:
utanan, utanmış.
makam:
yer, mevki.
mesele:
konu.
muvaffak:
başaran, başarmış,
başarılı.
münazara:
bir konu üzerinde
belli kurallara uyularak yapı-
lan tartışma.
nefis:
kötü vasıfları kendisin-
de toplayan, hayırlı işlerden
alıkoyan güç.