lezzet alamazsın, daima rahatsız olursun. Çünkü, nok-
sanları tedarik, mevcutları telef olmaktan muhafaza ile,
daima evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun.
Hâlbuki, o nimetler, Mün’im-i kerîm’in, taahhüdü altın-
dadır. senin işin, onun sofra-i ihsanından yiyip içmekle,
şükretmektir.
Şükürde bir zahmet yoktur. Bilakis nimetin lezzetini
arttırır. Çünkü, şükür nimette in’amı görmek demektir.
İn’amı görmek, nimetin zevalinden hâsıl olan elemi de-
feder. zira, nimet zail olduğundan, Mün’im-i Hakikî
onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur; ve teceddü-
dünden lezzet alırsın.
evet,
(1)
n
Ú/
ªn
dÉn
©r
dG u
Ün
Q ! o
ór
ªn
?r
G p
¿n
G r
ºo
¡j'
ƒr
Yn
O o
ôp
N'
Gn
h
olan ayet-i
kerîme, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delâlet eder.
Çünkü, hamd in’am şeceresini nimet semeresinde gös-
terir. Ve bu vesile ile, zeval-i nimetin tasavvurundan hâsıl
olan elem zail olur. Çünkü, şecerede çok semere vardır;
biri giderse, ötekisi yerine gelir. demek, hamd ayn-ı
lezzettir.
İ’lemEyyühe’l-Aziz!
Afakî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan ma-
lûmat evham ve vesveselerden hâlî olamıyor. Amma,
bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dâhilî malû-
mat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh,
merkezden muhite, dâhilden harice bakmak lâzımdır.
Mesnevî-i nuriye | 197 |
h
aBBe
çıkma.
ihtimal:
olabilirlik.
i’lem eyyühe’l-aziz:
ey aziz kar-
deşim, bil ki!.
in’am:
nimet verme, nimetlendir-
me, ihsan etme.
mahal:
yer.
malûmat:
bilgiler, bilinen şeyler.
meşakkat:
zahmet, sıkıntı, güçlük,
zorluk.
misil:
benzer, eş.
muhafaza:
koruma.
muhit:
yöre, çevre.
Mün’im-i Hakikî:
nimetin, sebep-
lerin arkasındaki gerçek sahibi,
yedirip içiren ve rızıklandıranın tâ
kendisi olan Allah.
Mün’im-i Kerîm:
kerem sahibi ni-
met veren, yedirip içiren, nimetle-
rin hakikî sahibi olan Cenab-ı Hak.
nimet:
lütuf, ihsan, bağış.
semere:
meyve, yemiş.
sofra-i ihsan:
ihsan sofrası, Ce-
nab-ı Hakkın nimetleri sunduğu;
ihsan ve ikramda bulunduğu sof-
ra.
şecere:
ağaç.
şuur:
bilinç.
şükür:
Allah’ın nimetlerine karşı
memnunluk gösterme, gerek dil
ile gerekse hâl ile Allah’ı hamd et-
me.
taahhüt:
bir işin yapılması için söz
verme.
tasavvur:
bir şeyi zihinde düşün-
me, tasarlama.
teceddüt:
tazelenme, yenilenme.
tedarik:
sağlama, temin etme,
karşılama.
telef:
yok etme, harap etme, boş
yere harcama.
vesile:
aracı, vasıta.
vesvese:
şüphe, kuruntu, kalbe
gelen asılsız kötü ve sinsi düşün-
ce.
vicdanî:
vicdanla, kalbî his ile ilgi-
li, vicdana ait.
zahmet:
sıkıntı, eziyet, meşakkat.
zail:
sone eren, yok olan.
zeval:
sona erme, bitme, yok ol-
ma.
zeval-i nimet:
nimetin bitmesi,
sona ermesi, yok olması.
afakî:
kaynaktan uzakta olan,
geniş çevrede bulunan.
amma:
ama, lâkin, ancak.
ayet-i kerîme:
Kur’ân’ın aye-
ti; azamet ve şerefi olan ayet.
ayn-ı lezzet:
lezzetin aslı, lez-
zetin tâ kendisi.
bilakis:
aksine, tersine.
binaenaleyh:
bundan dolayı,
bunun üzerine.
bizzat:
kendisi, şahsen.
dâhil:
iç, içerisi.
dâhilî:
içe ait, içe dönük, iç ile
ilgili.
def:
mâni olma, kovma, orta-
dan kaldırma.
delâlet:
delil olma, gösterme;
alâmet, işaret.
elem:
dert, üzüntü, maddî-
manevî ıztırap.
enfüsî:
öznel, sübjektif; nes-
nelerin gerçeğine değil, ferdin
düşünce ve duygularına daya-
nan.
evham:
vehimler, zanlar, ku-
runtular.
hâlî:
bir şeyden uzak, müstes-
na.
hamd:
Allah’a karşı şükran ve
memnuniyetini onu överek
bildirme.
hariç:
dışarı.
hâsıl:
meydana gelme, ortaya
1.
Onların duaları şu sözlerle sona erer: “Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve min-
net, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. (Yunus Suresi: 10.)