onlar hücumlarını arttırırlar. onlara karışılmadığı takdir-
de, insanı terk eder, giderler. Hem de o gibi vesvesele-
rin ne hakaik-ı İlâhiyeye ve ne de senin kalbine bir ma-
zarratı yoktur. evet, pis bir menzilin deliklerinden sema-
nın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine ba-
kılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana
bulaşmaz ve fena bir tesir etmez.
(HaşİYe)
İ’lemeyyühe’s-Said!
nedir bu gurur ve nedir bu gaflet? nedir bu haşmet,
nedir bu istiğna, nedir bu azamet? elindeki ihtiyâr, bir kıl
kadardır; ve iktidarın bir zerre kadardır. Ve hayatın sön-
dü, ancak bir şule kaldı. ömrün geçti, şuurun söndü, bir
lem’a kaldı. Şöhretin gitti, ancak bir an kaldı. zamanın
geçti, kabirden başka mekânın var mı? Bîçare aczine ve
fakrına bir had var mı? emellerin nihayetsizdir, ecelin
yakındır. evet böyle acz ve fakrınla, iktidar ve ihtiyârdan
hâlî bir insanın ne olacak hâli? Hazain-i rahmet sahibi
Hâlık-ı rahmanirrahîm’e, böyle bir acz ile itimat etmek
lâzımdır. odur herkese nokta-i istinat, odur her zayıfa
cihet-i istimdat.
@@@
acz:
zayıflık, güçsüzlük.
âlî:
yüce, yüksek, ulu.
âyât-ı tefekkür:
insanı manen
uyandıran ibret verici işaret ve
alâmetleri düşünmek.
âyine:
ayna.
azamet:
büyüklük.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
cihet-i istimdat:
yardım gelecek
yön; yardıma koşan cihet.
ecel:
her canlının Allah tarafından
takdir edilen ölüm vakti.
emel:
şiddet arzu, ümit.
fakr:
fakirlik, yoksulluk, muhtaç-
lık.
gaflet:
dikkatsizlik, endişesizlik,
Allah’tan uzaklaşıp nefsin arzula-
rına dalmak.
gurur:
kibir, kendi yüksek ve de-
ğerli tutarak böbürlenme.
had:
sınır.
hakaik-ı ilâhiye:
Allah’a ait olan
gerçekler.
Hâlık-ı rahmanirrahim:
sonsuz
merhamet ve şefkat sahibi olan
yaratıcı; Allah.
haşiye:
dipnot.
haşmet:
ihtişam, heybet, büyük-
lük.
hazain-i rahmet:
rahmet hazine-
leri, Allah’ın şefkat ve merhamet
hazineleri.
huzur-i ilahiye:
Allah’ın huzuru.
hücum:
saldırma.
ihtiyar:
irade, tercih; kendi istek
ve arzularına göre hareket etme.
iktidar:
güç yetme, bir işi gerçek-
leştirmek için gereken kuvvet.
i’lem eyyühe’s-said:
ey Said, bil
ki!
istiğna:
ihtiyaçsızlık, gerek duy-
mazlık.
itimat:
dayanma, güvenme.
lem’a:
parıltı.
lümme-i şeytanî:
şeytanın ves-
vesesi, şeytanın verdiği kuruntu.
malâyaniyat-ı rezile:
kötü şey-
ler, çirkin şeyler, fena huylardan
kaynaklanan faydasız işler.
mazarrat:
zararlar, ziyanlar, zarar
vermeler.
menzil:
ev, oda, yer.
meselâ:
örneğin.
misal:
örnek.
müteessif:
teessüf eden, esefle-
nen, kederlenen, mahzun, keder-
li.
müteessir:
teessüre kapılan, hü-
zünlü, kederli, mahzun.
necaset:
pislik, murdarlık.
h
uBaB
| 154 | Mesnevî-i nuriye
HaşİYe:
o çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünkü, senin kal-
bin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i
şeytanîden geliyor. Meselâ, sen namazda kâbe karşısında huzur-i İlâhi-
yede âyât-ı tefekkürde olduğun bir hâlde, şu tedai-yi efkâr, seni tutup
en uzak malâyaniyat-ı rezileye sevk eder. Meselâ, âyinen içindeki yıla-
nın timsali ısırmaz, ateşin misali yakmaz ve necasetin görünmesi âyi-
neyi telvis etmez.
nihayetsiz:
sonsuz, sınırsız.
nokta-i istinat:
dayanak
noktası, güvenme ve itimat
noktası.
sema:
gökyüzü, gök.
sevk:
yöneltme, gönderme.
şöhret:
herkesçe bilinme, ta-
nınma durumu, ün.
şule:
alev, ateş.
şuur:
bilinç.
takdirde:
durumda, duru-
munda.
tedai-yi efkâr:
bir fikrin baş-
ka bir fikri çağrıştırması, fikir
çağrışımı.
telvis:
bulaştırma, kirletme,
pisletme.
tesir:
etki.
timsal:
örnek, numune.
vesvese:
şüphe, kuruntu, kal-
be gelen asılsız kötü ve sinsi
düşünce.
zerre:
en küçük parça, mole-
kül, atom.