(1)
p
Qho
ó° t
üdG p
äGn
òp
H l
º«
p
?n
Yn
ƒo
gn
h p
? r
«s
dG?p
a n
QÉn
¡s
ædG o
è p
dƒo
j n
h p
QÉn
¡ s
ædG?p
a n
? r
«s
dG o
è p
dƒo
j
gibi ayetlerle, o derece harika bir ulviyet-i üslûp ve i’caz-
kârâne bir cem’iyet içinde hallâkıyetin hakikatini hayale
tasvir ediyor, gösteriyor ki, “sâni-i Âlem olan şu kâina-
tın ustası, iş başında olarak şems ve kameri hangi çekiç
ile yerlerine çakıyorsa, aynı çekiç ile, aynı anda zerrele-
ri yerlerine, meselâ zîhayatların göz bebeklerinde yerleş-
tiriyor. semavatı hangi ölçü ile, hangi manevî alet ile ter-
tip edip açıyorsa, aynı anda, aynı tertip ile gözün perde-
lerini açar, yapar, tanzim eder, yerleştirir. Hem, sâni-i
zülcelâl, manevî kudretin hangi manevî çekici ile yıldız-
ları göklere çakıyorsa, aynı o manevî çekiç ile beşerin si-
masındaki hadsiz alâmet-i farika noktalarını ve zahirî ve
bâtınî duygularını yerlerine nakşediyor” diye ifade eder.
demek, o sâni-i zülcelâl, iş başında işlerini hem göze,
hem kulağa göstermek için, ayat-ı kur’âniye ile, bir çe-
kici zerreye vuruyor; aynı ayetin diğer kelimesiyle, o çe-
kici şemse vuruyor, merkezine çakar gibi ulvî üslûp ile
vahdaniyeti ayn-ı ehadiyet içinde ve nihayet celâli niha-
yet cemal içinde ve nihayet azameti nihayet hafâ içinde
ve nihayet vüs’ati nihayet dikkat içinde ve nihayet haş-
meti nihayet rahmet içinde ve nihayet bu’diyeti nihayet
kurbiyet içinde gösterir. Muhal telâkki edilen cem-i ezda-
dın en uzak mertebesini, vacip derecesindeki bir suretini
ifade eder, ispat edip gösterir. İşte bu tarz ifadesi ve üs-
lûbudur ki, en harika edipleri, belâgatine secde ettiriyor.
alâmet-i farika:
farklılık belirtisi.
alet:
vasıta, araç.
ayat-ı kur’âniye:
Kur’ân’ın ayet-
leri.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümlesi.
ayn-ı ehadiyet:
Allah’ın her bir
şeyde birliğini göstermesinin ta
kendisi.
azamet:
büyüklük, yücelik.
bâtınî:
görünmeyen, içinde olan.
belâgat:
sözün düzgün, kusursuz,
yerinde ve hâlin ve makamın ica-
bına göre söylenmesi.
beşer:
insanlık.
bu’diyet:
uzaklık.
celâl:
sonsuz büyüklük ve haş-
met.
cemal:
Cenab-ı Hakkın lütuf ve
ihsanı ile tecellisi.
cem-i ezdat:
zıt şeylerin bir ara-
da bulunması.
cem’iyet:
kapsamlı oluş.
derece:
mertebe, ölçü.
edip:
edebiyatçı.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hafâ:
gizlilik.
hakikat:
gerçek.
hakkıyla bilen:
gerçek, doğru, en
doğrusunu bilen.
hallâkıyet:
yaratıcılık.
harika:
olağanüstü.
haşmet:
ihtişam, korku ve saygı
uyandıran büyüklük, görkemlilik.
hayal:
insanın zihninde tasarla-
yıp, canlandırdığı şey.
i’cazkârâne:
mu’cizeli bir şekilde.
ifade etme:
anlatma, söyleme.
ifade:
anlatma.
ispat:
doğruyu delil göstererek
meydana koyma.
kâinat:
bütün âlemler, varlıklar,
evren.
kamer:
ay.
kudret:
kuvvet, iktidar.
kurbiyet:
yakınlık.
manevî:
madde dışı olan, mana-
ya ait.
mertebe:
derece.
meselâ:
misal olarak, örnek.
muhal:
imkânsız.
nakşetmek:
süslemek.
nihayet:
son derece.
nokta:
işaret.
perde:
örtü.
rahmet:
esirgeme, şefkat göster-
me.
Sâni-i âlem:
bütün âlemi sa-
natla yaratan Allah.
Sâni-i Zülcelâl:
sonsuz bü-
yüklük sahibi, her şeyi sanat-
la yaratan Allah.
secde:
baş eğme.
semavat:
gökler.
sima:
yüz, çehre.
suret:
biçim, tarz.
şems:
güneş.
tanzim etmek:
düzenlemek,
düzene koymak.
tarz:
biçim, suret.
tasvir etme:
resimleme, bir
şeyi çeşitli ifade tarzlarıyla
anlatma.
telâkki:
anlama, kabul etme.
tertip etme:
düzenleme, sıra-
lama.
ulvî:
yüksek, yüce.
ulviyet-i üslûp:
üslûptaki,
anlatım tarzındaki yücelik.
üslûp:
ifade tarzı.
vacip:
zorunlu.
vahdaniyet:
Allah’ın birliği ve
varlığı.
vüs’at:
genişlik, bolluk.
zahiri:
açık, görünen.
zerre:
maddenin en küçük
parçası, atom.
zerre miktar:
en küçük par-
çacık kadar.
zîhayat:
hayat sahibi.
Y
irmi
d
okuzuncu
m
ekTup
| 664 | Mektubat
1.
O geceyi gündüze, gündüzü de geceye geçirir. Gönüllerde saklı olanı hakkıyla bilen de Odur.
(Hadid Suresi: 6.)