ism-i
Hakîm
muktezasıdır. dünyada sun’î libasın hikme-
ti, yalnız soğuk ve sıcaktan muhafaza ve ziynet ve setr-i
avrete münhasır değildir. Belki mühim bir hikmeti, insa-
nın sair nevilerdeki tasarruf ve münasebetine ve kuman-
danlığına işaret eden bir fihriste ve bir liste hükmünde-
dir. Yoksa, kolay ve ucuz fıtrî bir libas giydirebilirdi. Çün-
kü bu hikmet olmazsa, muhtelif paçavraları vücuduna sa-
rıp giyen insan, şuurlu hayvanatın nazarında ve onlara
nispeten bir maskara olur, manen onları güldürür. Mey-
dan-ı haşirde, o hikmet ve münasebet yok; o liste de ol-
maması lâzım gelir.
Hamisen
: rehber ise, senin gibi kur’ân’ın nuru altına
girenlere, kur’ân’dır.
=
=
/G
’lerin
'
ô=dG
’ların
=º'
M
’lerin başları-
na bak, anla ki, kur’ân ne kadar makbul bir şefaatçi, ne
kadar doğru bir rehber, ne kadar kudsî bir nur olduğunu
gör.
Sadisen
: ehl-i cennet ve ehl-i cehennemin libasları ise,
Yirmi sekizinci sözde hurilerin yetmiş hulle giymesine
dair beyan edilen düstur burada da caridir. Şöyle ki:
ehl-i cennet olan bir insan, cennetin her nev’inden
her vakit istifade etmek, elbette arzu eder. Cennetin ga-
yet muhtelif enva-ı mehasini var; her vakit bütün cenne-
tin envaıyla mübaşeret eder. öyle ise, cennetin mehasi-
ninin numunelerini, küçük bir mikyasta, kendine ve
hurilerine giydirir; kendisi ve hurileri birer küçük cennet
hükmüne geçer. nasıl ki bir insan, bir memlekette
dedilmeyen.
manen:
manevî olarak.
maskara:
gülünç, soytarı, rezil.
mehasin:
güzellikler.
memleket:
ülke, diyar.
meydan-ı haşir:
haşir meydanı,
kıyamette insanların dirildikten
sonra toplanacağı alan.
mikyas:
derece, ölçü.
muhafaza:
koruma, saklama.
muhtelif:
türlü türlü, çeşitli.
mukteza:
gerek, gereklilik.
mübaşeret:
temas etme, ilgili ve
meşgul olma.
mühim:
önemli.
münasebet:
ilgi, alâka, bağlantı.
münhasır:
mahsus, ait, sınırlı.
nazar:
bakış, düşünce.
nevi:
çeşit, cins, tür.
nispeten:
kıyasla, oranla.
numune:
örnek, misal.
nur:
aydınlık, ışık.
paçavra:
eskimiş bez veya ku-
maş parçası, çaput.
rehber:
yol gösteren, kılavuz.
sadisen:
altıncı olarak.
sair:
diğer, başka, öteki.
setr-i avret:
başkasına gösteril-
mesi haram olan yerlerin örtül-
mesi.
sun’î:
tabiî olmayan, yapma.
şefaatçi:
Allah’ın izniyle bir suçun
bağışlanmasına ya da bir ihtiya-
cın giderilmesine aracılık eden.
şuur:
bilinç, anlayış.
tasarruf:
istediği gibi kullanma,
yönetme.
ziynet:
süs, bezek.
arzu:
istek, heves.
beyan:
açıklama, bildirme,
izah.
cari:
geçerli.
dair:
ait, ilgili.
düstur:
kanun, kural, prensip.
ehl-i Cehennem:
Cehennem
ehli, Cehennemlikler, Cehen-
nemde bulunanlar.
ehl-i Cennet:
Cennet ehli,
Cennetlikler, Cennette bulu-
nanlar.
elbette:
kesinlikle, mutlaka,
şüphesiz.
enva:
çeşitler, türler, neviler.
enva-ı mehasin:
güzellik çe-
şitleri, türleri.
fihriste:
bir şeyin içeriğini
gösteren liste.
fıtrî:
doğal, yaratılıştan gelen.
gayet:
çok, son derece.
hamisen:
beşinci olarak.
hayvanat:
hayvanlar.
hikmet:
belirli gayelere yö-
nelik, faydalı, anlamlı ve yerli
yerinde oluş; gaye, sebep,
fayda.
hulle:
Cennet elbisesi.
huri:
Cennet kızı.
hükmünde:
yerinde, gibi, de-
ğerinde.
hükmüne:
değerine, yerine.
ism-i Hakîm:
Hakîm ismi;
Allah’ın hikmetle, faydaları
takip ederek yerli yerinde iş
gören manasındaki ismi.
istifade:
faydalanma, yarar-
lanma.
kudsî:
mukaddes, her türlü
kusur ve noksandan uzak,
kutsal.
kumandan:
komutan.
lâzım:
gerek, gerekli.
libas:
elbise, giysi.
makbul:
kabul edilmiş, red-
Mektubat | 653 |
Y
irmi
S
ekizinci
m
ekTup