dirhem kâr kazanmak, sahiplerine çok sevinçli bir hâlet-
tir, bir ticarettir. elbette, bütün mahlûkattaki hadsiz isti-
datları inkişaf ettiren ve bütün mahlûkatını kıymettar va-
zifelerde istihdam ettikten sonra terakkivari terhis ettiren,
yani, unsurları madenler mertebesine, madenleri nebat-
lar hayatına, nebatları rızık vasıtasıyla hayvanların dere-
ce-i hayatına ve hayvanları insanların şuurkârâne olan
yüksek hayatına çıkarıyor.
İşte, her bir zîhayatın zahirî bir vücudunun zevaliyle
(Yirmi dördüncü Mektupta izah edildiği gibi) ruhu, mahi-
yeti, hüviyeti, sureti ve misalî vücutları ve ilmî ve gaybî
mevcudiyetleri ve cesed-i necmîsi ve gılaf-ı ruhu gibi ken-
dinden alınmış pek çok vücutlarını arkasında bırakıp ve
yerinde vazife başına geçiren faaliyet-i daime ve hallâkı-
yet-i rabbaniyeden neş’et eden maani-i kudsiyenin ve ru-
bubiyet-i İlâhiyenin ne kadar ehemmiyetli oldukları anla-
şılır.
Mühim bir suale kat’î bir cevap:
Ehl-i dalâletten bir kısmı diyorlar ki:
“kâinatı bir faali-
yet-i daime ile tağyir ve tebdil eden zatın, elbette kendisi-
nin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelir.”
Elcevap:
Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Yerdeki âyinelerin
tagayyürü, gökteki güneşin tagayyürünü değil, bilâkis, cil-
velerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, serme-
dî, her cihetçe kemal-i mutlakta ve istiğna-i mutlakta,
maddeden mücerret, mekândan, kayıttan, imkândan mü-
nezzeh, müberra, muallâ olan bir
Zat-ı Akdes’
in
âyine:
ayna.
bilâkis:
aksine.
cesed-i necmî:
parlayan bir yıldız
gibi akıp giden; nuranî ceset.
cihetçe:
yönden.
cilve:
görünme, tecelli.
derece-i hayat:
hayatın derece-
leri.
ebedî:
sürekli, hiç son bulmayacak
şekilde süren.
ehemmiyet:
önem.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli, azgın ve
sapkın kimseler.
ezelî:
öncesiz, başlangıçsız.
faaliyet-i daime:
sürekli, hiç dur-
mayan faaliyet.
gaybî:
görünmeyenlere ait.
gılaf-ı ruh:
ruhun örtüsü, perdesi.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hâlet:
hâl, durum.
hallâkıyet-i rabbaniye:
Allah’ın
idare ve terbiyesiyle her şeyi yok-
tan yaratması.
hâşâ:
asla, kat’iyen.
hüviyet:
asıl, mahiyet.
ilmî:
ilim ile ilgili.
inkişaf:
ortaya çıkma, görülme.
istidat:
kabiliyet, yetenek.
istiğna-i mutlak:
Allah’ın sonsuz
zenginliğe sahip olması, hiç bir
şeye muhtaç olmaması.
istihdam:
hizmet ettirme.
izah:
açıkça anlatma.
kâinat:
bütün âlemler, varlıklar,
evren.
kat’î:
kesin.
kemal-i mutlak:
her yönüyle mü-
kemmel olan.
kıymettar:
değerli, kıymetli
lâzım:
gerekli.
maani-i kudsiye:
mukaddes, yüce
manalar.
mahiyet:
bir şeyin aslı, iç yüzü,
nitelik.
mahlûkat:
Allah tarafından yara-
tılanlar.
mekân:
yer.
o
Tuzuncu
l
em
’
a
| 952 | Lem’aLar
mertebe:
derece, basamak.
mevcudiyet:
mevcut olma,
varlık.
misali:
yansıyan, görüntü hâ-
linde olan.
muallâ:
yüce, yüksek.
müberra:
müstesna, azade.
mücerret:
soyutlanmış.
mühim:
önemli.
münezzeh:
tenzih edilmiş,
uzak, berî.
mütegayyir:
değişen, başka-
laşan.
mütehavvil:
değişen, başka
bir hâle dönüşen.
nebat:
bitki.
neş’et:
meydana gelme,
çıkma.
rızık:
yiyecek, içecek şey.
rububiyet-i İlâhîye:
Allah’ın
terbiye ediciliği.
sermedî:
ebedî, sürekli, daimî.
sual:
soru.
suret:
görünüş.
şuurkârâne:
şuurluca, bilinçli
olarak.
tagayyür:
değişme, başka-
laşma.
tağyir:
bozarak değiştirme,
başkalaştırma.
tebdil:
değiştirme.
terakkivari:
ilerleyerek, yük-
selerek.
terhis:
izin verme, serbest bı-
rakma.
unsur:
bir şeyin esas parçası.
vasıta:
aracılık.
vazife:
görev.
zahirî:
görünürdeki.
zat:
şahıs, kişi.
Zat-ı akdes:
her türlü kusur
ve noksandan uzak ve pak
olan zat; Allah.
zeval:
sona erme, yok olma.
zîhayat:
hayat sahibi.