Madem her bir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir ke-
mal, bir lezzet vardır; ve faaliyet dahi bir kemaldir. Ve
madem zîhayat âleminde daimî ve ezelî bir hayattan
neş’et eden hadsiz bir muhabbetin, nihayetsiz bir merha-
metin cilveleri görünüyor. Ve o cilveler gösteriyor ki, ken-
dini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bu-
lunan zatın kudsiyetine lâyık ve vücub-i vücuduna müna-
sip o hayat-ı sermediyenin muktezası olarak, hadsiz de-
recede –tabirde hata olmasın– bir aşk-ı lâhutî, bir muhab-
bet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuunat-ı kudsiye
o
Hayat-ı Akdes’
te var ki, o şuunat böyle hadsiz faaliyet-
le ve nihayetsiz bir hallâkıyetle kâinatı daima tazelendiri-
yor, çalkalandırıyor, değiştiriyor.
Sırr-ı kayyumiyete bakan hadsiz faaliyet-i İlâhiyedeki
hikmetin ikinci şubesi:
esma-i İlâhiyeye bakar. Malûmdur
ki, her bir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve gös-
termek ister. Her bir hüner sahibi, kendi hünerini teşhir
ve ilân etmekle nazar-ı dikkati celp etmek ister ve sever.
Ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mana,
meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever.
Madem bu esaslı kaideler, her şeyde derecesine göre
cereyan ediyor; elbette
Cemîl-i Mutlak
olan
Zat-ı Kay-
yum-i Zülcelâl’
in bin bir esma-i Hüsnasından her bir is-
min, kâinatın şahadetiyle ve cilvelerinin delâletiyle ve na-
kışlarının işaretiyle, her birisinin her bir mertebesinde ha-
kikî bir hüsün, hakikî bir kemal, hakikî bir cemal ve ga-
yet güzel bir hakikat, belki her bir ismin her bir
Lem’aLar | 947 |
o
Tuzuncu
l
em
’
a
mükemmellik.
kudsiyet:
kutsallık, yücelik.
lâyık:
yakışır, uygun.
lezzet-i mukaddese:
mukaddes,
kudsî zevk ve lezzet.
lütuf:
ihsan, iyilik.
malûm:
bilinen.
mana:
anlam.
merhamet:
acımak, şefkat göster-
mek.
mertebe:
derece, basamak.
muhabbet:
sevgi.
muhabbet-i kudsiye:
mukaddes
sevgi.
mukteza:
gereken, icap eden.
münasip:
uygun.
nakış:
süs.
nazar-ı dikkat:
dikkatli bakış.
neş’et:
meydana gelme, çıkma.
nihayetsiz:
sonsuz.
sırr-ı kayyumiyet:
Allah’ın her
şeyi kendi varlığıyla ayakta tut-
masının sırrı.
şahadet:
şahitlik.
şefkat:
acıyarak ve esirgeyerek
sevme.
şuunat:
işler, olaylar, özellikler; bir
şeyin var oluşunun gereği olan so-
nuçlar.
şuunat-ı kudsiye:
Cenab-ı Hakka
mahsus mukaddes işler ve emir-
ler.
tabir:
ifade.
teşhir:
sergileme.
vücub-i vücut:
varlığının zorunlu
ve vacip olmak.
zat:
şahıs, kişi.
Zat-ı Kayyum-i Zülcelâl:
varlığı ve
diriliği her an için olup, gökleri,
yerleri her an için tutan, daimî her
şeye her hususta iktidarı olan celâl
sahibi Zat olan Allah.
zîhayat:
hayat sahibi.
âlem:
varlık sınıflarından her
biri.
aşk-ı lâhutî:
Cenab-ı Hakka
olan sevgi ve muhabbet.
celp:
kendine çekmek.
cemal:
güzellik.
Cemîl-i mutlak:
her şeyiyle
güzel olan Cenab-ı Allah.
cereyan:
bir tarafa doğru akış.
cilve:
görüntü, tecelli.
daimî:
sürekli, devamlı.
delâlet:
delil olma, gösterme.
esas:
asıl, temel.
esma-i Hüsna:
Allah’ın güzel
isimleri.
esma-i İlâhîye:
Allah’ın güzel
isimleri.
ezelî:
geçmiş ve gelecek za-
manı birden içine alıp, za-
manla sınırlı olmamak.
faaliyet:
icraat, işleyiş.
faaliyet-i İlâhîye:
Allah’ın faa-
liyeti, icraatı.
gayet:
son derece, çok, ol-
dukça.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikî:
gerçek.
hallâkıyet:
yaratıcılık.
hata:
yanlış.
hayat-ı akdes:
Cenab-ı Hakkın
zatına özel kusursuz ve nok-
sansız hayatı.
hayat-ı sermediye:
sonsuz,
tükenmeyen hayat.
hikmet:
fayda, gaye; her şeyin
belirli gayelere yönelik olarak,
manalı, faydalı ve tam yerli
yerinde yaratılması.
hüner:
ustalık, maharet.
hüsün:
güzellik.
ilân:
duyurmak.
kaide:
kural, prensip.
kâinat:
bütün âlemler, varlık-
lar, evren.
kemal:
olgunluk, yetkinlik,