Hem insan, nasıl ki hayat-ı camiasıyla
Zat-ı Zülcelâl’
in
sıfât ve şuunatına bir mikyas-ı marifettir ve cilve-i esma-
sına bir fihristedir ve şuurlu bir âyinedir ve hakeza çok ci-
hetlerle
Zat-ı Hayy-ı Kayyum’
a âyinedarlık eder. öyle de,
insan şu kâinatın hakaiklerine bir vahid-i kıyasîdir, bir fih-
ristedir, bir mikyastır ve bir mizandır. Meselâ, kâinatta
levh-i Mahfuzun gayet kat’î bir delil-i vücudu ve bir nu-
munesi, insandaki kuvve-i hafızadır. Ve âlem-i misalin vü-
cuduna kat’î delil ve numune, kuvve-i hayaliyedir.
(HaşİYe)
Ve kâinattaki ruhanîlerin bir delil-i vücudu ve numunesi,
insandaki kuvvelerdir ve lâtifelerdir. Ve hakeza, insan, kü-
çük bir mikyasta, kâinattaki hakaik-i imaniyeyi şuhut de-
recesinde gösterebilir.
İşte, insanın mezkûr vazifeler gibi çok mühim hizmet-
leri var. Cemal-i bâkîye âyinedir, kemal-i sermediyeye
dellâl-ı muzhirdir ve rahmet-i ebediyeye muhtac-ı müte-
şekkirdir. Madem cemal, kemal, rahmet bâkîdirler ve
sermedîdirler; elbette o cemal-i bâkînin âyine-i müştakı
ve o kemal-i sermedînin dellâl-ı âşığı ve o rahmet-i ebe-
diyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, bâkî kalmak
için bir dâr-ı bekaya girecek ve o bâkîlere refakat için
ebede gidecek. Ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve
HaşİYe:
evet, nasıl ki insanın anasırları kâinatın unsurlarından; ve ke-
mikleri taş ve kayalarından; ve saçları nebat ve eşcarından; ve bedenin-
de cereyan eden kan ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzın-
dan akan ayrı ayrı suları, arzın çeşmelerinden ve madenî sularından ha-
ber veriyorlar, delâlet edip onlara işaret ediyorlar. Aynen öyle de, insa-
nın ruhu âlem-i ervahtan; ve hafızaları levh-i Mahfuz’dan; ve kuvve-i
hayaliyeleri âlem-i misalden; ve hakeza her bir cihazı bir âlemden ha-
ber veriyorlar ve onların vücutlarına kat’î şahadet ederler.
âlem:
dünya, cihan.
âlem-i ervah:
ruhlar âlemi.
âlem-i misal:
görüntüler âlemi,
ruhların bulunduğu âlem.
anasır:
unsurlar, elementler.
arz:
yer, dünya.
âyine:
ayna.
âyinedar:
ayna tutan.
âyine-i müştak:
Allah’ı görmeye
çok arzulu ayna.
bâkî:
ebedî, daimî, sonsuz.
cemal:
güzellik.
Cemal-i bâkî:
sonsuz güzellik.
cihet:
yön.
cilve-i esma:
Allah’ın isimlerinin
varlıklardaki eseri, görüntüsü.
dâr-ı beka:
bâkî ve sonsuz dünya;
ahiret.
delâlet:
delil, ispat.
delil:
nişan, emare, kanıt.
delil-i vücut:
vücudunun, varlığı-
nın delili.
dellâl-ı âşık:
aşkını ilân edici.
dellâl-ı müzhir:
izhar edici, gös-
terici dellâl.
ebed:
sonsuzluk, daîmilik.
ebedî:
sonu olmayan, hiç son bul-
mayacak şekilde süren.
eşcar:
ağaçlar
fihriste:
özet, içindekiler.
gayet:
son derece, çok, oldukça.
hafıza:
bellek.
hakaik:
hakikatler, gerçekler.
hakaik-i imaniye:
iman hakikat-
leri.
hakeza:
böylece.
haşiye:
dipnot.
hayat-ı camia:
hayata ait bütün
özelliklere sahip.
işaret:
gösterme.
kâinat:
evren.
kat’î:
kesin.
kemal:
olgunluk, yetkinlik, mü-
kemmellik.
kemal-i sermediye:
zaman ve
mekânla kayıtlı olmayan bütün
güzelliklerin sahibi olan Cenab-ı
Hak.
kuvve:
kuvvet, güç.
kuvve-i hafıza:
hafıza gücü.
o
Tuzuncu
l
em
’
a
| 960 | Lem’aLar
kuvve-i hayaliye:
hayal gücü.
lâtife:
kalbe bağlı hassas bir
duygu.
Levh-i mahfuz:
Allah’ın ezelî
ilmiyle kâinatta olmuş ve ola-
cak şeyleri takdir ettiği manevî
levha.
madenî su:
kaynak suyu.
mezkûr:
zikredilen, anılan.
mikyas:
ölçü.
mikyas-ı marifet:
bilme, bilgi
ölçüsü.
mizan:
ölçü.
muhtac-ı müteşekkir:
teşek-
küre muhtaç ve mecbur.
mühim:
önemli.
nebat:
bitki.
numune:
örnek.
rahmet:
acıma, merhamet
etme, şefkat gösterme.
rahmet-i ebedîye:
Cenab-ı
Hakkın sonsuz rahmeti.
refakat:
refiklik, arkadaşlık.
ruhanî:
gözle görülmeyen, elle
tutulamayan varlıklar.
sermedî:
ebedî, sürekli.
sıfât:
nitelikler, vasıflar.
şahadet:
şahitlik.
şuhut:
şahit olma, görme.
şuunat:
işler, olaylar, özellikler;
bir şeyin var oluşunun gereği
olan sonuçlar.
şuur:
idrak, bilinç, anlama,
kavrama gücü.
unsur:
madde, esas, kök.
vahid-i kıyasî:
ölçü birimi.
vazife:
görev.
vücut:
varlık, var olma.
Zat-ı Hayy-ı Kayyum:
varlığı,
diriliği her an için olup gökleri
ve yerleri her an için tutan;
her şeye, her hususta iktidarı
yeten zat, Allah.
Zat-ı Zülcelâl:
celâl ve büyük-
lük sahibi Cenab-ı Hak.