beka için lisan-ı hâl ile duasını hadsiz enva-ı mat’umat-ı
leziziyenin icadıyla kabul etsin de, umum nev-i beşerin
pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzu-
sunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatli, kàlli, hâlli, be-
kaya dair gayet kuvvetli duasını kabul etmesin? Hâşâ, yüz
bin defa hâşâ! kabul etmemek mümkün değildir. Hem
hikmet ve adaletine ve rahmet ve kudretine hiçbir cihet-
le yakışmaz.
Madem insan bekaya âşıktır; elbette bütün kemalâtı,
lezzetleri, bekaya tâbidir. Ve madem beka
Bâkî-i Zülce-
lâl’
e mahsustur. Ve madem
Bâkî’
nin esması bâkiyedir.
Ve madem
Bâkî’
nin âyineleri
Bâkî’
nin rengini, hükmünü
alır ve bir nevi bekaya mazhar olur. elbette insana en lâ-
zım iş, en mühim vazife, o
Bâkî’
ye karşı alâka peyda et-
mektir ve esmasına yapışmaktır. Çünkü
Bâkî
yoluna sarf
olunan her şey, bir nevi bekaya mazhar olur.
İşte ikinci
=
? /
bÉ n
Ñr
dG n
âr
fn
G =
? /
bÉn
H Én
j
cümlesi, bu hakikati ifade edi-
yor. İnsanın hadsiz manevî yaralarını tedavi etmekle be-
raber, fıtratındaki gayet şiddetli arzu-yu bekayı onunla tat-
min ediyor.
üÇüNCü NüKte
Şu dünyada zamanın fenâ ve zeval-i eşyadaki tesiratı
gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise, mütedahil daireler gi-
bi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ay-
rı oluyor.
nasıl ki saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve
saati ve günleri sayan daireleri zahiren birbirine benzer,
Lem’aLar | 35 |
Ü
çÜncÜ
l
em
’
a
lâzım:
gerekli.
lisan-ı hâl:
bir şeyin duruşu ve gö-
rünüşü ile bir mana ifade etmesi,
hâl dili.
mahsus:
has, özel.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan, ruhî, ruha ait.
mazhar olmak:
ermek, kavuş-
mak.
mevcudat:
var olan her şey, ya-
ratılmışlar.
muhtelif:
çeşitli, farklı.
mühim:
önemli.
mütedahil:
iç içe, birbirine geç-
miş.
nev-i beşer:
insanlık.
nevi:
çeşit, tür.
nükte:
derin ve ince manalı söz.
peyda etmek:
ortaya çıkarmak,
edinmek.
rahmet:
acıma, merhamet etme,
bağışlama.
sarf olunan:
harcanan, kullanılan.
tâbi:
boyun eğen, uyan.
tatmin etme:
kalbe güven verme,
doyurma, şüpheleri giderme.
tesirat:
tesirler, etkiler.
umum:
bütün, genel.
vazife:
görev.
zahiren:
görünüşteki, görünen.
zeval:
sona erme, yok olma.
zeval-i eşya:
varlıkların yok olup
gitmesi.
adalet:
hakkı gözetme, doğ-
ruluk.
alâka:
ilgi, bağ.
arzu:
istek, heves.
âyine:
ayna.
Bâkî:
yok olmayan, sürekli ve
kalıcı olan, varlıklar yok olduk-
tan sonra da zatıyla var ola-
cak tek varlık olan Allah.
Bâkî-i Zülcelâl:
kendi varlığı
sonsuza kadar devam eden
heybet, büyüklük ve haşmet
sahibi olan Allah.
beka:
bâkîlik, devamlılık, son-
suzluk.
cihet:
yön, taraf.
daimî:
devamlı.
dair:
alâkalı, ilgili.
elbette:
şüphesiz, her hâlde.
enva-ı mat’umat-ı leziziye:
lezzetli, çeşit çeşit yiyecekler.
esma:
isimler.
fenâ:
yokluk, son bulma.
fıtrat:
yaratılış, mizaç.
gayet:
son derece, çok.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek, doğru.
hâl:
davranış; hâlli; hâl ile.
hâşâ:
asla, öyle değil.
hikmet:
yaratılıştaki İlâhî ga-
ye, fayda.
hükmünü almak:
değerini al-
mak, yerini almak.
hüküm:
karar, değer.
icat:
vücuda getirme, yarat-
ma.
ifade etme:
anlatmak.
ihtiyac-ı fıtrî:
yaratılışın gere-
ği olan ihtiyaç.
kàl:
söz; kàlli; sözle.
kemalât:
faziletler, mükem-
mellikler.
kudret:
güç, kuvvet, iktidar.
küllî:
genel, geniş ve kapsam-
lı.