lezzet alırlar, âdeta şeytanın mahiyetine girerler. evet,
cinnî şeytanın vücuduna kat’î bir delili, insî şeytanın
vücududur.
Saniyen
: Yirmi dokuzuncu sözde yüzer delil-i kat’î ile
ruhanî ve meleklerin vücudunu ispat eden umum o delil-
ler, şeytanların dahi vücudunu ispat ederler. Bu ciheti o
söze havale ediyoruz.
Salisen
: kâinattaki umur-i hayriyedeki kanunların
mümessili, nazırı hükmünde olan meleklerin vücudu, it-
tifak-ı edyan ile sabit olduğu gibi, umur-i şerriyenin mü-
messilleri ve mübaşirleri ve o umurdaki kavaninin me-
darları olan ervah-ı habise ve şeytaniye bulunması, hik-
met ve hakikat noktasında kat’îdir. Belki umur-i şerriye-
de zîşuur bir perdenin bulunması daha ziyade lâzımdır.
Çünkü, Yirmi İkinci sözün başında denildiği gibi, herkes,
her şeyin hüsn-i hakikîsini göremediği için, zahirî şerri-
yet ve noksaniyet cihetinde Hâlık-ı zülcelâl’e karşı itiraz
etmemek ve rahmetini itham etmemek ve hikmetini ten-
kit etmemek ve haksız şekva etmemek için, zahirî bir va-
sıtayı perde ederek, tâ itiraz ve tenkit ve şekva o perde-
lere gidip, Hâlık-ı kerîm ve Hakîm-i Mutlak’a teveccüh
etmesin. nasıl ki, vefat eden ibadın küsmesinden Haz-
ret-i Azrail’i kurtarmak için hastalıkları ecele perde et-
miş; öyle de, Hazret-i Azrail’i (
As
) kabz-ı ervaha perde
edip, tâ merhametsiz tevehhüm edilen o hâletlerden ge-
len şekvalar Cenab-ı Hakka teveccüh etmesin. öyle de,
daha ziyade bir kat’iyetle, şerlerden ve fenalıklardan ge-
len itiraz ve tenkit Hâlık-ı zülcelâl’e teveccüh etmemek
âdeta:
sanki.
Cenab-ı Hak:
doğru, gerçek, Hak-
kın tâ kendisi olan şeref ve aza-
met sahibi Allah.
cihet:
yön.
cinnî:
cin cinsinden olan.
delil:
bir meseleyi ispata yarayan
şey.
delil-i kat’î:
kesin delil.
ecel:
her canlının Allah tarafından
belirlenen ölüm anı.
ervah-ı habise ve şeytaniye:
şey-
tan ve kötü yaratıkların ruhları.
hakikat:
gerçek, bir şeyin aslı ve
esası.
Hakîm-i mutlak:
sonsuz hikmet
sahibi ve her şeyi gayeli, faydalı
ve yerli yerinde yaratan Allah.
hâlet:
hâl.
Hâlık-ı Kerîm:
sonsuz cömertlik
ve ihsan sahibi olan yaratıcı, Al-
lah.
Hâlık-ı Zülcelâl:
celâl, azamet ve
kibriya sahibi olan her şeyi yara-
tan Allah.
havale etmek:
bir işi veya bir şe-
yi başka birine bırakmak, gönder-
mek.
hikmet:
ilâhî gaye; faydalı, anlam-
lı, yerli yerinde olma.
hükmünde:
değerinde, yerinde.
hüsn-i hakikî:
gerçek güzellik.
ibad:
kullar.
insî:
insan cinsinden olan.
ispat etmek:
doğruyu delil göste-
rerek meydana koymak.
itham etmek:
suçlu görmek, suç-
lamak.
itiraz:
kabul etmediğini belirtme,
karşı çıkma.
ittifak-ı edyan:
dinlerin ittifakı; bir
konuda birleşmeleri, aynı şeyi
söylemeleri.
kabz-ı ervah:
ruhların bedenler-
den alınması.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin ta-
mamı, bütün âlemler, varlıklar.
kat’î:
kesin.
kat’iyet:
kat’îlik, kesinlik.
kavanin:
kanunlar.
lâzım:
gerekli, lüzumlu.
lezzet:
zevk, haz.
mahiyete girmek:
nitelik, özellik
o
n
Ü
çÜncÜ
l
em
’
a
| 230 | Lem’aLar
kazanmak.
medar:
dayanak noktası, se-
bep, vesile.
merhamet:
acıma, şefkat gös-
terme, esirgeme.
mübaşir:
musallat olan; çağı-
ran; geçici görevli.
mümessil:
temsilci.
nazır:
nezaret eden, bakan,
gözeten.
noksaniyet:
eksiklik, noksan-
lık.
perde:
örtü.
rahmet:
acıma, merhamet et-
me, şefkat gösterme.
ruhanî:
gözle görülmeyen, cis-
mi olmayan, elle tutulamayan
varlıklar.
sabit:
ispat edilmiş, ispatlan-
mış; değişmeyen.
salisen:
üçüncü olarak.
saniyen:
ikinci olarak.
şekva etmek:
şikâyet etmek,
yakınmak.
şekva:
şikâyet, yakınma.
şer:
kötülük.
şerriyet:
şerlilik, bir şeyin kö-
tü olması.
tenkit etmek:
eleştirmek.
tenkit:
eleştiri.
teveccüh etmek:
yönelmek.
tevehhüm etmek:
gerçekte
var olmayanı var kabul etmek.
umum:
bütün.
umur:
işler.
umur-i hayriye:
hayırlı işler.
umur-i şer’iye:
kötü işler.
vasıta:
aracı.
vefat etmek:
ölmek.
vücut:
varlık, var oluş.
zahirî:
görünürdeki, görünüş-
teki.
zîşuur:
şuurlu, bilinçli.
ziyade:
fazla, çok.