İkinci şık ki, “günah-ı kebireyi işleyen nasıl mü’min ka-
labilir?” diye suallerine cevap ise:
evvelâ, sabık İşaretlerde onların hatası kat’î bir suret-
te anlaşılmıştır ki, tekrara hacet kalmamıştır. saniyen,
nefs-i insaniye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti, mü-
eccel, gaip bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir
tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade
çekinir.
Hem insanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini
dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmi-
yetsiz bir lezzet-i hâzırayı ileride gayet büyük bir mükâfa-
ta tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir
azab-ı müecceleden ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve
heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. ne-
fis dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl su-
sarlar, mağlûp oluyorlar. Şu hâlde, kebairi işlemek iman-
sızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebe-
siyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.
Hem sabık İşaretlerde anlaşıldığı gibi, fenalık ve heve-
sat yolu, tahribat olduğu için, gayet kolaydır. Şeytan-ı ins
ve cinnî, çabuk insanları o yola sevk ediyor. gayet cây-ı
hayret bir hâldir ki, âlem-i bekanın –nass-ı hadisle– sinek
kanadı kadar
(1)
bir nuru, ebedî olduğu için, bir insanın
müddet-i ömründe dünyadan aldığı lezzet ve nimete mu-
kabil geldiği
(2)
hâlde, bazı bîçare insanlar, bir sinek kana-
dı kadar bu fânî dünyanın lezzetini, o bâkî âlemin bu fâ-
nî dünyasına değer lezzetlerine tercih edip şeytanın arka-
sında gider.
âlem-i beka:
sonsuzluk âlemi; ahi-
ret.
azab-ı müeccele:
ertelenmiş, son-
raya bırakılmış azap.
azap:
ceza.
bâkî:
sonsuz, devamlı olan.
batman:
miktarı bölgelere ve tar-
tılacak şeylere göre değişen, ço-
ğunlukla 2 ile 8 kğ. olan bir ağırlık
ölçüsü birimi.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
cây-ı hayret:
hayrete verici.
dirhem:
şimdiki 3 grama denk
olan eski bir ağırlık ölçüsü birimi.
ebedî:
sonsuz, devamlı.
ehemmiyet:
önem.
fânî:
ölümlü, geçici.
gaip:
görünmeyen, hazır olmayan.
galebe:
galip gelme, üstün gelme.
galip olmak:
üstün gelmek.
gayet:
son derece, çok.
günah-ı kebire:
büyük günah.
hacet:
ihtiyaç, lüzum.
hâl:
durum.
heves:
nefsin hoşuna giden gelip
geçici istekler ve arzular.
his:
duygu.
hissiyat:
hisler, duygular.
hükmetme:
hâkim olma, üstün
gelme.
iman:
inanma, inanç, itikat.
inkâr etmek:
kabul etmemek,
inanmamak.
kat’î:
kesin.
kebair:
büyük günahlar.
lezzet-i hâzıra:
peşin lezzet.
mağlûbiyet:
yenilgi.
mağlûp olmak:
yenilmek.
mahall-i iman:
imanın bulundu-
ğu yer.
muaccel:
peşin, hemen verilen.
muhakeme:
bir konuyu akıl süz-
gecinden geçirme, tartma, değer-
lendirme.
mukabil:
karşılık.
müddet-i ömür:
ömür müddeti,
yaşama süresi.
müeccel:
sonraya bırakılmış, er-
telenmiş.
mükâfat:
ödül.
mü’min:
Allah’a iman eden, ina-
nan.
nass-ı hadis:
hadisin kesin ve açık
bir hükme veya manaya işaret et-
mesi.
nefis:
insanda bulunan kötü va-
sıfları, nitelikleri kendisinde topla-
yan, kötülüğe sevk eden, hayırlı
işlerden alıkoyan güç.
nefs-i insaniye:
kötü vasıfları, ni-
telikleri kendisinde toplayan, kö-
tülüğe sevk eden, hayırlı işlerden
alıkoyan güç.
nimet:
Allah’ın insana bağış-
ladığı maddî ve manevî lütuf
ve ikramlar.
nur:
parıltı, ışık, aydınlık.
sabık:
geçen.
saniyen:
ikinci olarak.
sevk etmek:
yönlendirmek.
suret:
şekil, biçim.
şeytan-ı ins ve cinnî:
cinler-
den ve insanlardan olan şey-
tanlar.
tahribat:
tahripler, yıkıp boz-
malar.
tercih etmek:
üstün tutmak,
seçmek.
tevehhüm:
vehimlenme, ger-
çekte var olmayanı var zan-
netmekle ümitsizliğe ve kor-
kuya kapılma.
vehim:
bir şeyi olmadığı hâl-
de var zannetme.
vehim:
bir şeyi olmadığı hâl-
de var zannetme.
ziyade:
fazla.
1.
Dünyanın Allah katında sinek kanadı kadar bir değeri olsa idi, kâfirler ondan bir yudum su
bile içemezlerdi. (Tirmizî, Züht: 13; İbniMâce, Züht: 3; Müsned, 5:154, 177.
2.
Bkz. Kurtubî, Camii'l-Ahkâmi'l-Kur’ân, 13:7.
o
n
Ü
çÜncÜ
l
em
’
a
| 220 | Lem’aLar