bozmaz, imanı tağyir etmez, hürmetli edebi kırmaz. Çün-
kü meşhur kaidedir ki, “tahayyül-i şetim, şetim olmadığı
gibi; tahayyül-i küfür dahi küfür değil ve tasavvur-i dalâlet
de dalâlet değil.”
İmandaki şek meselesi ise, imkân-ı zatîden gelen ihti-
maller, o yakîne münafi değil ve o yakîni bozmaz. İlm-i
usul-i dinde kavaid-i mukarreredendir ki:
(1)
s
»p
ªr
?p
©r
dG n
Ú/
?n
«r
dG ?p
aÉn
æo
j n
’ s
»p
JGs
òdG n
¿Én
µ`r
ep
’r
G s
¿
p
G
Meselâ, Barla denizi su olarak yerinde bulunduğuna
yakînimiz var. Hâlbuki, zatında mümkündür ki, o deniz,
bu dakikada batmış olsun. Ve batması mümkinattandır.
Bu imkân-ı zatî, madem bir emareden neş’et etmiyor;
zihnî bir imkân olamaz ki, şek olsun. Çünkü, yine ilm-i
usul-i dinde bir kaide-i mukarreredir ki,
m
?«/
dn
O r
øn
Y p
AÀp
TÉs
ædG p
ôr
«n
Z p
?Én
ªp
àr
Mp
Órp
d n
In
ôr
Ñp
Y n
’
Yani, “
Bir emareden gelmeyen bir ihtimal-i zatî ise, bir
imkân-ı zihnî olmaz ki, şüphe verip ehemmiyeti olsun.
”
İşte bu desise-i şeytaniyeye maruz olan bîçare adam,
hakaik-ı imaniyeye yakînini böyle zatî imkânlarla kaybe-
diyor zanneder. Meselâ, Hazret-i peygamber Aleyhissa-
lâtü Vesselâm hakkında, beşeriyet itibarıyla çok imkân-ı
zatiye hatırına geliyor ki, imanın cezim ve yakînine zarar
vermez. Fakat o zarar verdi zanneder, zarara düşer.
Hem bazen şeytan, kalb üstündeki lümmesi cihetinde,
Cenab-ı Hak hakkında fena sözler söyler. o adam zan-
neder ki, onun kalbi bozulmuş ki böyle söylüyor; titriyor.
Lem’aLar | 217 |
o
n
Ü
çÜncÜ
l
em
’
a
sı.
imkân-ı zihnî:
bir şeyin zihnen
mümkün ve olabilir olması.
itibarıyla:
yönüyle, açısından.
kaide:
kural, prensip.
kaide-i mukarrere:
kesinleşmiş,
yerleşmiş kaide, kural, prensip.
kavaid-i mukarrere:
yerleşmiş
kaideler, kurallar, prensipler.
küfür:
inkâr, inançsızlık, dinsizlik.
lümme:
insanın kalbinde bulunan,
şeytanın vesvese verdiği nokta.
maruz olmak:
bir şeyin etkisin-
de, tesiri altında kalmak.
meselâ:
örnek olarak.
mesele:
önemli konu.
meşhur:
yaygınlık kazanmış, bili-
nen.
mümkinat:
gerçekleşmesi müm-
kün olan şeyler.
münafi:
ters, zıt, aykırı.
neş’et etmek:
kaynaklanmak,
meydana gelmek.
şek:
şüphe, tereddüt.
şetim:
kötü ve çirkin söz söyle-
me, sövme.
tağyir etmek:
bozmak.
tahayyül-i küfür:
küfrü, inançsız-
lığı, inkâr etmeyi hayal etmek.
tahayyül-i şetim:
kötü ve çirkin
söz söylemeyi, sövmeyi hayal et-
mek.
tasavvur-i dalâlet:
doğru ve hak
yoldan çıkmış olmayı aklından ge-
çirmek, düşünmek.
yakîn:
kesin ve doğru olarak bil-
me, kesin bilgi.
zannetmek:
sanmak.
zatî imkân:
bir şeyin zatında, as-
lında mümkün ve olabilir olması.
zatında:
bizzat kendisinde.
zihnî:
zihinle ilgili, zihne ait.
Barla Denizi:
Eğirdir Gölü.
beşeriyet:
insanlık.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
Cenab-ı Hak:
doğru, gerçek,
Hakkın tâ kendisi olan şeref
ve azamet sahibi Allah.
cezim:
kesin karar, niyet.
cihet:
yön.
dalâlet:
doğru yoldan, iman
ve İslâmiyetten çıkmak.
desise-i şeytaniye:
şeytanın
hilesi.
edep:
iyi ve güzel ahlâk, ter-
biye.
ehemmiyet:
önem.
emare:
belirti, işaret.
hakaik-ı imaniye:
iman haki-
katleri.
hatır:
zihin, fikir.
hürmetli:
saygılı.
ihtimal:
olabilirlilik.
ihtimal-i zatî:
bir şeyin zatın-
da olabilme ihtimali.
İlm-i usul-i din:
Allah’ın zat ve
sıfatlarından, peygamberlikten
ve inançla ilgili diğer mesele-
lerden İslâmî esaslar dairesin-
de bahseden ilim.
iman:
inanma, inanç.
imkân:
olabilirlik, mümkün ol-
ma.
imkân-ı zatî:
bir şeyin, aslın-
da mümkün ve olabilir olma-
1.
“İmkân-ızatî,yakîn-iilmîyezıtdeğildir.” Yani, bir şeyin zatında mümkün olabilen birçok ih-
timalin bulunması, o şeyin mahiyeti hakkındaki kesin bilgiye zarar vermez.