karşı meydana çıkabilmek için hizbü’ş-şeytana bazı ciha-
zat vermiş.
İşte bu sırr-ı dakik içindir ki, enbiyalar çok defa ehl-i
dalâlete karşı mağlûp oluyor. Ve gayet zaaf ve aczde olan
dalâlet ehli, manen gayet kuvvetli olan ehl-i hakka mu-
vakkaten galip oluyorlar ve mukavemet ediyorlar. Bu acip
mukavemetin sırr-ı hikmeti şudur ki:
dalâlette ve küfürde hem adem ve terk var ki, pek ko-
laydır, hareket istemez. Hem tahrip var ki, çok sehildir
ve asandır, az bir hareket yeter. Hem tecavüz var ki, az
bir amel ile çoklarına zarar verip, ihafe noktasında ve fi-
ravuniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem
akıbeti görmeyen ve hazır zevke müptelâ olan insandaki
nebatî ve hayvanî kuvvelerin tatmini, telezzüzü, hürriyeti
vardır ki, akıl ve kalb gibi letaif-i insaniyeyi insaniyetkârâ-
ne ve akıbetendişâne olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar.
ehl-i hidayet ve başta ehl-i nübüvvet ve başta Habib-i
rabbülâlemîn olan resul-i ekrem Aleyhissalâtü Vesselâ-
mın meslek-i kudsîsi, hem vücudî, hem sübutî, hem ta-
mir, hem hareket, hem hudutta istikamet, hem akıbeti
düşünmek, hem ubudiyet, hem nefs-i emmarenin firavu-
niyetini, serbestliğini kırmak gibi esasat-ı mühimme bu-
lunduğundandır ki, Medine-i Münevvere’de bulunan o za-
manın münafıkları, o parlak güneşe karşı yarasa kuşu gi-
bi gözlerini yumup, o cazibe-i azîmeye karşı şeytanî bir
kuvve-i dafiaya kapılıp dalâlette kalmışlar.
Lem’aLar | 227 |
o
n
Ü
çÜncÜ
l
em
’
a
hürriyet:
serbestlik, hür oluş.
ihafe:
korkutma.
insaniyetkârâne:
insanlığa yakı-
şır tarzda.
istikamet:
doğruluk.
kuvve-i dafia:
defetme kuvveti,
itici güç.
küfür:
inançsızlık, imansızlık, din-
sizlik.
letaif-i insaniye:
insanı insan ya-
pan manevî duygular, hisler.
mağlûp olmak:
yenilmek.
makam:
yer, mevki.
manen:
inanç bakımından.
medine-i münevvere:
Nurlu Me-
dine şehri.
meslek-i kudsî:
kutsal yol.
mukavemet etmek:
karşı koy-
mak, dayanmak.
mukavemet:
karşı koyma, dayan-
ma, direnme.
muvakkaten:
geçici olarak.
münafık:
kalbinde küfrü gizlediği
hâlde Müslüman görünen.
müptelâ:
tutkun, düşkün.
nebatî ve hayvanî kuvveler:
in-
sanı insan yapan duyguların dışın-
da yine insanda bulunan hayvanî
ve bitkisel özellikler taşıyan duy-
gular.
nefs-i emmare:
insana kötü ve
günah olan işlerin yapılmasını em-
reden nefis.
resul-i ekrem:
çok cömert ve çok
kerîm olan peygamber, Hz. Mu-
hammed (asm)
sehil:
kolay.
sırr-ı dakik:
ince sır.
sırr-ı hikmet:
herkesin bilmediği
gizli sebep.
sübutî:
gerçek, doğru; olumlu.
şeytanî:
şeytanca.
tahrip:
yıkma, bozma.
tamir:
onarma, düzeltme.
tatmin:
doyurulma.
tecavüz:
haddini aşma, saldırma.
telezzüz:
lezzet, tad alma.
ubudiyet:
kulluk.
vazife:
görev.
vücudî:
vücutla ilgili, varlığa dair.
zaaf:
zayıflık.
acip:
şaşılacak ve hayret
uyandıran şey.
acz:
zayıflık, güçsüzlük.
adem:
yokluk, hiçlik.
akıbet:
son, netice.
akıbetendişâne:
bir şeyin ne-
ticesini, sonucunu düşünerek.
aleyhissalâtü Vesselâm:
sa-
lât ve selâm onun üzerine ol-
sun.
amel:
iş, davranış.
âsân:
kolay.
cazibe-i azîme:
büyük çekim
gücü.
cihazat:
cihazlar, aletler.
dalâlet ehli:
doğru yoldan çı-
kanlar, azgın ve sapkın kim-
seler.
dalâlet:
doğru yoldan, iman
ve İslâmiyetten ayrılmak.
ehl-i dalâlet:
doğru yoldan çı-
kanlar, azgın ve sapkın kim-
seler.
ehl-i hak:
iman, İslâmiyet ve
hak yolunda olan.
ehl-i hidayet:
hidayette ve
doğru yolda olanlar.
ehl-i nübüvvet:
peygamber-
ler.
enbiya:
nebîler, peygamber-
ler.
esasat-ı mühimme:
önemli
esaslar, prensipler.
firavuniyet:
nefsini, enaniye-
tini ve benliğini Firavun gibi
İlâh seviyesine çıkartacak de-
recede büyük görme.
gayet:
son derece, çok.
Habib-i
rabbü’l-Âlemîn:
âlemlerin Rabbi olan Allah’ın
habibi, sevgili kulu Hz. Mu-
hammed (asm).
hizbüşşeytan:
şeytanın taraf-
tarları.
hudut:
sınırlar.