müthiş tahribata ve şerlere sebebiyet verdiği gibi, nefsi ve
hevası daima şerlere ve zararlara meyyal olduğu için, o
küçük kesbin neticesinden hâsıl olan seyyiatın mes’uliye-
tini o çeker. Çünkü onun nefsi istedi ve kendi kesbiyle se-
bebiyet verdi. Ve şer, ademî olduğu için, abd ona fail ol-
du, Cenab-ı Hak da halk etti. elbette o hadsiz cinayetin
mes’uliyetini, nihayetsiz bir azap ile çekmeye müstahak
olur.
Amma hasenat ve hayrat ise, madem ki vücudîdirler,
kesb-i insanî ve cüz-i ihtiyârî onlara illet-i mucide olamaz.
İnsan onda hakikî fail olamaz. Ve nefs-i emmaresi de ha-
senata taraftar değildir. Belki rahmet-i İlâhiye onları ister
ve kudret-i rabbaniye icat eder. Yalnız, insan, iman ile,
arzu ile, niyet ile sahip olabilir. Ve sahip olduktan sonra,
o hasenat ise, ona evvelce verilmiş olan vücut ve iman
nimetleri gibi sabık hadsiz niam-ı İlâhiyeye bir şükürdür,
geçmiş nimetlere bakar. Vaad-i İlâhî ile verilecek cennet
ise, fazl-ı rahmanî ile verilir. zahirde bir mükâfattır, ha-
kikatte fazldır.
demek seyyiatta sebep nefistir, mücazata bizzat müs-
tahaktır. Hasenatta ise, sebep Hak’tandır, illet de
Hak’tandır. Yalnız, insan iman ile tesahub eder. “Mükâ-
fatını isterim” diyemez, “Fazlını beklerim” diyebilir.
Üçüncü sual
: Beyanat-ı sabıkadan da anlaşılıyor ki,
seyyiat, intişar ve tecavüz ile taaddüt ettiğinden, bir sey-
yie bin yazılmalı; hasene ise, vücudî olduğu için, madde-
ten taaddüt etmediğinden ve abdin icadıyla ve nefsin
abd:
kul.
ademî:
yokluğa ait, yoklukla ilgili.
amma:
ama, lâkin.
azap:
günahlara karşı ahirette çe-
kilecek ceza.
beyanat-ı sabıka:
geçmiş açıkla-
malar; yapılan izahlar.
Cenab-ı Hak:
doğru, gerçek, Hak-
kın tâ kendisi olan şeref ve aza-
met sahibi Allah.
cinayet:
adam öldürme derece-
sinde ağır suç.
cüz-i ihtiyarî:
Cenab-ı Hak tara-
fından insana verilen arzu serbest-
liği; dilediği gibi hareket edebilme
kuvveti.
evvelce:
önceden.
fail:
fiili işleyen, yapan.
fazl:
ikram, ihsan, cömertlik.
fazl-ı rahmanî:
sonsuz merhamet
sahibi Cenab-ı Allah’ın ikramı, ih-
sanı.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
Hak:
her şeyi hakkıyla yaratan,
varlığı hak olan ve her hakkın sa-
hibi olan Cenab-ı Hak.
hakikat:
gerçek, asıl.
hakikî:
gerçek.
halk etmek:
yaratmak.
hasenat:
iyilikler, iyi ve güzel iş-
ler.
hasene:
iyilik, güzel ve hayırlı iş.
hâsıl olan:
meydana gelen, orta-
ya çıkan.
hayrat:
hayırlar, sevap kazanmak
amacıyla Allah rızası için yapılan
iyilikler.
heva:
istek, arzu, nefsin zararlı ve
günah olan arzuları.
icat etmek:
yoktan var etmek, ya-
ratmak.
icat:
yoktan var etme, yaratma.
illet:
bir şeye yol açan ve gerekti-
ren esas sebep.
illet-i mucide:
var edici bir sebep.
iman:
inanma, inanç, itikat.
intişar:
yayılma.
kesb:
çalışma, işleme.
kesb-i insanî:
insanın çalışması.
kudret-i rabbaniye:
varlıkları ya-
ratan, besleyen, yetiştiren, uyum
içinde sevk ve idare eden Allah’ın
sonsuz güç ve kuvveti.
maddeten:
maddî olarak.
mes’uliyet:
sorumluluk.
meyyal:
çok meyilli, eğilimli; çok
istekli, arzulu.
mücazat:
bir suça karşı verilen ce-
za.
mükâfat:
ödül.
müstehak:
hak eden, hak etmiş.
müthiş:
dehşet veren, korkutan.
o
n
Ü
çÜncÜ
l
em
’
a
| 234 | Lem’aLar
nefis:
insanda bulunan kötü
vasıfları, nitelikleri kendisinde
toplayan, kötülüğe sevk eden,
hayırlı işlerden alıkoyan güç.
nefs-i emmare:
insana kötü
ve günah olan işlerin yapılma-
sını emreden nefis.
netice:
sonuç.
niam-ı İlâhiye:
Cenab-ı Hak-
kın nimetleri.
nihayetsiz:
sonsuz.
nimet:
Allah’ın bağışladığı
maddî ve manevî lütuf ve ik-
ramlar.
niyet:
kalbin bir şeye karar
vermesi.
rahmet-i İlâhiye:
Allah’ın son-
suz rahmeti.
sabık:
geçen.
sebebiyet vermek:
sebep ol-
mak.
seyyiat:
kötülükler, fenalıklar.
seyyie:
fenalık, kötülük.
sual:
soru.
şer:
kötülük.
şükür:
nimet ve iyiliğin sahi-
bini tanıma ve ona karşı min-
net duyma.
taaddüt etmek:
çoğalmak, bir
şeyin sayısının artması.
tahribat:
tahripler, yıkıp boz-
malar.
tecavüz:
söz ve harekette ileri
gitme, saldırma, başkasının
hakkına dokunma.
tesahub etmek:
sahip çık-
mak, sahiplenmek.
teveccüh etmek:
yönelmek.
vaad-i İlâhî:
Allah’ın verdiği
söz.
vücudî:
vücutla ilgili, varlığa
dair.
vücut:
var olma, varlık.
zahirde:
görünüşte.