hareketle çok tahribat yapabilirler. Ve çok mahlûkatın hu-
kukuna, az bir fiil ile çok hasaret veriyorlar.
nasıl ki, bir sultanın büyük bir ticaret gemisinde, bir
adam az bir hareketle, belki küçük bir vazifeyi terk etmek-
le, o gemiyle alâkadar bütün vazifedarların semere-i
sa’ylerinin ve netice-i amellerinin mahvına ve iptaline se-
bebiyet verdiği için, o geminin sahib-i zîşanı, o asiden, o
gemiyle alâkadar olan bütün raiyetinin hesabına azîm şi-
kâyetler edip dehşetli tehdit ediyor. Ve onun o cüz’î ha-
reketini değil, belki o hareketin müthiş neticelerini naza-
ra alarak ve sahib-i zîşanın zatına değil, belki raiyetinin
hukuku namına dehşetli bir cezaya çarpar.
öyle de,
Sultan-ı Ezel ve Ebed
dahi, küre-i arz gemi-
sinde ehl-i hidayetle beraber bulunan, ehl-i dalâlet olan
hizbü’ş-şeytanın zahiren cüz’î hatiatlarıyla ve isyanlarıyla
pek çok mahlûkatın hukukuna tecavüz ettikleri ve mev-
cudatın vezaif-i âliyelerinin neticelerini iptal etmesine se-
bebiyet verdikleri için, onlardan azîm şikâyet ve dehşetli
tehdidat, ve tahribatlarına karşı mühim tahşidat etmek,
ayn-ı belâgat içinde mahz-ı hikmettir ve gayet münasip
ve muvafıktır. Ve mutabık-ı mukteza-i hâldir ki, belâgatin
tarifidir ve esasıdır. Ve israf-ı kelâm olan mübalâğadan
münezzehtir.
Malûmdur ki, böyle az bir hareketle çok tahribat yapan
dehşetli düşmanlara karşı gayet metin bir kaleye iltica et-
meyen, çok perişan olur. İşte, ey ehl-i iman, o çelik ve
semavî kale, kur’ân’dır; içine gir, kurtul.
alâkadar:
alâkalı, ilgili.
asi:
isyan eden, karşı gelen.
ayn-ı belâgat:
belâgatin tâ ken-
disi; sözün düzgün, kusursuz, yerli
yerinde hâlin ve durumun gereği-
ne göre söylenmesinin tâ kendisi.
azîm:
büyük.
belâgat:
sözün düzgün, kusursuz,
yerinde ve hâlin ve makamın ica-
bına göre söylenmesi.
cüz’î:
küçük, basit.
dehşetli:
korkunç, korkutucu.
ehl-i dalâlet:
doğru yoldan, iman
ve İslâmiyetten çıkanlar.
ehl-i hidayet:
doğru yolda olan-
lar, Allah’a iman edenler.
ehl-i iman:
Allah’a inananlar, iman
sahipleri.
esas:
asıl, temel.
fiil:
iş, davranış.
gayet:
son derece, çok.
hasaret:
zarar.
hatiat:
hatalar, yanlışlar.
hesabına:
adına.
hizbüşşeytan:
şeytanın taraftar-
ları.
hukuk:
haklar.
iltica etmek:
Allah’a sığınmak.
iptal etmek:
geçersiz kılmak.
israf-ı kelâm:
sözü israf etmek,
fazla lâf etmek.
isyan:
itaatsizlik, emre karşı gel-
me.
küre-i arz:
dünya, yer küre.
mahlûkat:
Allah tarafından yara-
tılanlar, varlıklar.
mahv:
yok olma, ortadan kalkma.
mahz-ı hikmet:
hikmetin tâ ken-
disi; faydalı, anlamlı, yerli yerinde
olmanın tâ kendisi.
malûm:
bilinen, belli.
metin:
sağlam ve dayanıklı.
mevcudat:
var olan her şey, var-
lıklar.
mutabık-ı mukteza-i hâl:
hâlin
gereğine uygun.
muvafık:
uygun, yerinde.
mübalâğa:
abartma, aşırı büyüt-
me.
mühim:
önemli.
o
n
Ü
çÜncÜ
l
em
’
a
| 212 | Lem’aLar
münasip:
uygun.
münezzeh:
uzak, temiz.
müthiş:
dehşet veren, korku-
tan.
namına:
adına.
nazar:
dikkat.
netice:
sonuç.
netice-i amel::
amelin, yapı-
lan işin neticesi.
raiyet:
halk, vatandaş.
sahib-i zîşan:
şanlı sahip.
sebebiyet vermek:
sebep ol-
mak.
semavî:
Allah tarafından olan,
İlâhî.
semere-i sa’y:
çalışma sonu-
cu elde edilen meyve, netice.
sultan:
padişah, hükümdar.
Sultan-ı ezel ve ebed:
varlığı-
nın başlangıcı ve sonu olma-
yan, kudret ve hâkimiyetiyle
ezel ve ebede hükmeden Al-
lah.
tahribat:
tahripler, yıkıp boz-
malar.
tahşidat:
bir şeyin üzerinde
fazlaca durmalar.
tarif:
tanım; bir şeyin ne ol-
duğunun anlatılması.
tecavüz:
saldırma, sataşma.
tehdidat:
tehditler, hiddet et-
meler, korkutmalar.
tehdit:
hiddet etme, korkut-
ma.
terk:
bırakma.
vazife:
görev.
vazifedar:
vazifeli.
vezaif-i âliye:
yüce vazifeler.
zahiren:
görünüşte.
zat:
azamet ve ululuk sahibi
kişi.