acip bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. o eski hikme-
tin dâhî hükemasının şaşaalı ifadeleri, nev-i beşeri çok
asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar. Hat-
ta, çok ehl-i tefsir, âyâtın zahirlerini onların mezhebine
göre tevfik etmeye mecbur kalmışlar. o suretle kur’ân-ı
Hakîm’in i’cazına bir derece perde çekilmişti.
Ve hikmet-i cedide namı verilen yeni felsefe ise, eski
felsefenin mürur ve ubura ve hark ve iltiyama kabil olma-
yan, semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, se-
mavatın vücudunu âdeta inkâr ediyorlar. evvelkiler ifrat,
sonrakiler tefrit edip, hakikati tamamıyla gösterememiş-
ler.
kur’ân-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tef-
riti bırakıp, hadd-i vasatı ihtiyâr edip, der ki: sâni-i zül-
celâl yedi kat semavatı halk etmiştir. Hareket eden yıldız-
lar ise, balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih eder-
ler. Hadiste
(1)
l
±ƒo
Ør
µ`n
e l
êr
ƒn
e o
ABÉn
ªs
°ùdn
G
denilmiş. Yani, “
Se-
ma, emvacı karardâde olmuş bir denizdir
.”
İşte bu hakikat-i kur’âniyeyi yedi kaide ve yedi vecih
mana ile gayet muhtasar bir surette ispat edeceğiz.
Birinci kaide
: Fennen ve hikmeten sabittir ki, bu had-
di yok feza-i âlem, nihayetsiz bir boşluk değil, belki “esîr”
dedikleri madde ile doludur.
İkincisi
: Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir
ki, ecram-ı ulviyenin cazibe ve dafia gibi kanunlarının ra-
bıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki
acip:
hayret veren, garip.
âdeta:
sanki.
asır:
yüzyıl.
ayat:
Kur’ân ayetleri.
cazibe:
çekim.
dafia:
itme
dâhî:
olağanüstü zekâya sahip.
ecram-ı ulviye:
yıldızlar ve geze-
genler.
ehl-i tefsir:
Kur’ân-ı Kerîm’in ma-
nasını açıklayanlar.
emvaç:
dalgalar.
esîr:
kâinattaki boşlukları doldu-
ran, havadan hafif olup ısı ve ışığı
nakleden cevher.
evvel:
önce.
felsefe:
madde ve hayatı başlan-
gıç ve gaye bakımından inceleyen
ilim.
fennen:
fence, fen vasıtası ile.
feza-i âlem:
gökyüzü.
gayet:
son derece.
had:
sınır.
hadd-i vasat:
orta derece.
hadis:
Hz. Muhammed’e (asm) ait
söz, emir, fiiller.
hakikat:
gerçek.
hakikat-i Kur’âniye:
Kur’ân’ın ifa-
de ettiği hakikat.
halk:
yaratma.
hararet:
sıcaklık.
hark (
r¥rônN): yarma, yırtma; •
suyun aktığı yarık.
hark ve iltiyam:
yarma ve yapış-
tırma; yırtılma ve iyileşme.
hikmet:
felsefe.
hikmeten:
felsefece.
hikmet-i cedide:
yeni fenler, müs-
pet ilimler.
hikmet-i kudsiye:
kusursuz ve
eksiksiz hikmet.
hükema:
hâkimler, filozoflar.
i’caz:
mu’cizeli oluş.
ifade:
anlatma, deyiş.
ifrat:
aşırı gitme.
ihtiyar:
seçme, tercih.
iltiyam:
yaranın kapanıp iyi olma-
sı.
inkâr:
reddetme, inanmama.
ispat:
doğruyu delil göstererek
meydana koyma.
kabil:
olabilir, mümkün.
kaide:
kural, esas.
kanun:
kaide.
karardâde:
kararı verilmiş.
Kur’ân-ı Hakîm:
her ayet ve su-
resinde sayısız hikmet ve fayda-
lar bulunan Kur’ân.
mana:
anlam.
mecbur:
zorunda kalma.
mezhep:
bir dinin bazı noktalar-
da görüş farkları bulunan kolların-
dan her biri.
muhtasar:
kısa, özet.
mukabil:
karşılık.
müddet:
süre.
mürur:
bitme, sona erme.
müşahedeten:
müşahede yo-
luyla, gözle görünür şekilde.
nam:
ad.
nev-i beşer:
insanlık, bütün
insanlar.
nihayetsiz:
sonsuz.
perde:
örtü.
rabıta:
bağ.
sabit:
ispat edilmiş.
Sâni-i Zülcelâl:
sonsuz büyük-
lük sahibi, her şeyi sanatla ya-
ratan Allah.
sema:
gökyüzü.
semavat:
semalar, gökler.
suret:
biçim, tarz.
şaşaa:
zahirî parlak görünüş.
tahakküm:
zorla hükmetme.
tasvir:
bir şeyin özelliklerini
anlatarak göz önünde canlan-
dırma.
tefrit:
normalin altında kalma,
ifratın zıddı.
tesbih:
Allah’ı bütün kusur ve
noksan sıfatlardan uzak tut-
ma.
tevfik:
uygun düşürme, bir şe-
yi uygun duruma getirme.
ubur:
geçme, atlama.
vecih:
yön.
vücut:
varlık.
zahir:
açık anlam.
ziya:
ışık, aydınlık.
1.
Müsned, 2:370; Tirmizî, 58. Surenin tefsiri: 1; Heysemî, Mecmaü’z-Zevaid, 8:132.
o
n
i
kinci
l
em
’
a
| 202 | Lem’aLar