kardeşim, buna ilmî ve tahkikî ve keşfî cevap vermek
elimde değil. Fakat ben arkadaşlarıma derdim ki: “Hulû-
sî ne şimdiki türklere ve ne de kürdlere benzemiyor.
Bunda başka bir hasiyet görüyorum.” Arkadaşlarım da
beni tasdik ediyordular.
(1)
r
âr
°ù«
p
f r
•r
ô°n
T r
âs
«p
?p
HÉn
b Gn
Q r
?n
M p
OGn
O
sır-
rıyla, “
Hulûsî’de büyük bir asalet tezahürü bir dâd-ı
Hak’tır
” derdik. Hem kat’iyen bil ki, resul-i ekrem Aley-
hissalâtü Vesselâmın iki âli var: Biri nesebî âldir, biri de
şahs-ı manevîsi ve nuranîsinin risalet noktasındaki âli var.
Bu ikinci âlde kat’iyen sen dahil olmakla beraber, birinci
âlde dahi delilsiz bir kanaatim var ki, ceddinin imzası se-
bepsiz değildir.
Aziz Kardeşim
,
Seninikincisualininhulâsası:
Muhyiddin-i Arabî de-
miş: “ruhun mahlûkıyeti, inkişafından ibarettir.” o sual
ile, benim gibi zayıf bir bîçareyi Muhyiddin-i Arabî gibi
müthiş bir harika-i hakikat, bir dâhiye-i ilm-i esrara karşı
mübarezeye mecbur ediyorsun. Fakat madem nusûs-i
kur’ân’a istinaden bahse girişeceğim; ben sinek dahi ol-
sam, o kartaldan daha yüksek uçabilirim.
Bil ki, Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanır. Hâ-
dîdir, fakat her kitabında muhdî olamıyor. gördüğü doğ-
rudur, fakat hakikat değildir. Yirmi dokuzuncu sözde,
ruh bahsinde, medar-ı sualiniz olan o hakikat izah edil-
miştir.
âl:
aile, soy.
aleyhissalâtü vesselâm:
Allah’ın
salât ve selâmı onun üzerine ol-
sun.
asalet:
asillik, soyluluk.
aziz:
muhterem, saygın.
bahse girişmek:
konuşmaya baş-
lamak.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
ced:
ata, dede.
dad-ı Hak:
Allah vergisi.
dâhiye-i ilm-i esrar:
manevî sır-
larla ilgili ilim alanında deha sahi-
bi olan.
delil:
bir meseleyi ispata yarayan
şey, bürhan.
hâdî:
hidayet eden, doğru yolu
gösteren.
hakikat:
asıl, esas, gerçek mahi-
yet.
harika-i hakikat:
hakikat harika-
sı, varlıkların ardındaki gerçeğe
ulaşmada harika olan.
hasiyet:
bir şeyin özelliği.
hulâsa:
özetle, kısacası.
ibaret:
meydana gelen, oluşan.
ilmî:
ilimle ilgili, bilgiye dayalı.
inkişaf:
açığa çıkma, keşfolunma.
istinaden:
bir görüşe dayanarak,
güvenerek.
izah etmek:
açıklamak.
kanaat:
inanç, görüş, fikir.
kat’iyen:
kat’î olarak, kesin-
likle.
keşfî:
keşfe ait, gizli olanı or-
taya çıkarıp bilinir hale getir-
me.
mahlûkıyet:
yaratılmışlık.
mecbur:
zorunlu kılma.
medar-ı sual:
soru sebebi.
muhdî:
doğru ve hak yola
ulaştıran.
mübareze:
mücadele, karşı
karşıya gelme.
müthiş:
dehşet veren, kor-
kunç.
nesebî:
soy yönünden, nesil
ile ilgili.
nuranî:
nurlu, ışık saçan.
nusûs-i Kur’ân:
Kur’ân’ın açık
hüküm ve emirleri.
resul-i ekrem:
çok cömert
kerîm olan peygamber, Hz.
Muhammed.
risalet:
peygamberlik.
ruh:
hayatın temeli ve sebebi
olan manevî varlık.
sır:
gizli hakikat, bir şeyin dik-
kat, tecrübe, yetenek ve sez-
gi yardımıyla kavranabilen en
zor yanı.
sual:
soru.
şahs-ı manevî:
manevî şahıs.
tahkikî:
gerçeği bulmaya ça-
lışarak, araştırmak.
tasdik etmek:
doğrulamak.
tezahür:
görünme, belirme.
1.
Cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsan ettiğinde kabiliyet aranmaz.
d
okuzuncu
l
em
’
a
| 142 | Lem’aLar