hınzırlaşır”
(HaşİYe)
kaidesiyle ve o hayvan, sair hayvanat-ı
ehliye gibi zararsız yapılmıyor. etinden gelen menfaatten
ziyade, çok zarar iras etmekle beraber, etindeki kuvvetli
yağ, kuvvetli soğuk memleketi olan Frengistan’dan baş-
ka tıbben muzır olduğu gibi manen ve hakikaten çok za-
rarlı olduğu tahakkuk etmiş.
İşte bu gibi hikmetler, onun haram olmasına ve nehy-i
İlâhî taallûkuna da bir hikmet olmuştur. Hikmet her fert-
te ve her vakitte bulunmak lâzım değildir. o hikmetin te-
beddülü ile illet değişmez. İllet değişmezse hüküm değiş-
mez. İşte bu kaideye göre, o bîçare adamın ne kadar şe-
riatın ruhundan uzak konuştuğu anlaşılsın. Şeriat namı-
na onun sözüne ehemmiyet verilmez. Hâlık’ın çok akıl-
sız filozoflar suretinde hayvanları vardır!
• • •
Muhyiddin-i Arabî Hakkındaki Sualin Cevabına Zeyildir
Sual:
Muhyiddin-i Arab, vahdetülvücut meselesini en
yüksek bir mertebe telâkki ettiği gibi, ehl-i aşk bir kısım
evliya-i azîme dahi ona ittiba etmişler. sen bu meselenin
en yüksek mertebe olmadığını, hem hakikî olmadığını,
Lem’aLar | 151 |
d
okuzuncu
l
em
’
a
maddiyyun:
maddecilik, materya-
lizm.
manen:
manaca, manevî yönden.
medhal:
katkı.
menfaat:
fayda, yarar.
mertebe:
derece, basamak.
mesele:
konu.
mizaç:
yaratılış, karakter.
muzır:
zararlı.
müteessir olmak:
tesirinde kal-
mak, etkilenmek.
nehy-i İlâhî:
Cenab-ı Hakkın men
etmesi, yasaklaması.
sair:
diğer, öteki.
sual:
soru.
suret:
biçim, görünüş.
şeriat:
Allah tarafından bildirilen
emir ve yasaklara dayanan hü-
kümlerin hepsi.
taallûk:
alâkalı oluş, münasebet.
tabiiyyun:
tabiatçılar, ‘her şeyi ta-
biat yapıyor’ diyen maddeye dal-
mış, Allah’tan manen uzaklaşmış
kişiler.
tahakkuk:
gerçekleşme, meyda-
na gelme.
telâkki etme:
anlama, kabul et-
me.
terakkiyat-i medenî:
medeniyet
alanındaki ilerlemeler.
tıbben:
tıbbî olarak, tıbba göre.
ulûm:
ilimler.
Vahdetülvücut:
vücudun birliği,
varlığın bir ve tek olduğu düşün-
cesi; her şeyin bir olan Allah’ın de-
ğişik görünüşleri olduğuna inan-
ma temeline dayanan tasavvufî
görüş.
vakit:
zaman.
zeyil:
zeyil, ek.
ziyade:
çok, fazla.
zulümat:
karanlıklar.
HaşİYe:
Acaba Frengistanın bu kadar harika terakkiyat-ı medeniyetiyle
ve kemalât-ı fenniyesiyle ve insaniyetperverâne ulûmuyla ileri gittiği
hâlde, o terakkiyat ve kemalâta ve o ulûma bütün bütün zıt olan mad-
diyyunluk ve tabiiyyunluk zulümatında hınzırcasına saplanmalarında,
hınzır etinin yemesinin medhali yok mudur? soruyorum. İnsan, beslen-
diği şeyle mizacı müteessir olduğuna delil, "kırk günde her gün et yiyen
kasavet-i kalbiyeye duçar olduğu" darbımesel hükmüne geçmesidir.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
darb-ı mesel:
ata sözü.
delil:
iz, emare, kanıt.
duçar olmak:
bir şeye uğra-
mak, yakalanmak.
ehemmiyet:
önem.
ehl-i aşk:
kalbleri Allah sevgi-
siyle dolu olanlar.
evliya-i azîme:
büyük velîler.
fert:
tek, şahıs, kişi.
filozof:
felsefe ile uğraşan
kimse.
Frengistan:
Avrupa.
hakikat:
gerçek, asıl.
hakikî:
gerçek, doğru.
Hâlık:
her şeyi yoktan var
eden, yaratıcı; Allah.
haram:
İslâmiyetçe yasakla-
nan işler.
haşiye:
dipnot.
hayvanat-ı ehliye:
insanlara
alışık hayvanlar, evcil hayvan-
lar.
hikmet olmak:
sebep ve ga-
ye olmak.
hikmetin tebeddülü:
sebep,
gaye ve faydaların değişmesi.
hikmetler:
sebepler, faydalar,
sırlar.
hınzır:
domuz.
hınzırca:
domuzca.
hükmüne geçme:
yerine geç-
me.
hüküm:
karar, emir.
illet:
esas sebep, maksat.
iras etmek:
vermek, sebep ol-
mak.
ittiba:
tâbi olma, uyma.
kaide:
kural, prensip.
kasavet-i kalbiye:
sertlik, kalb
katılığı, acımasızlık, sıkıntı, gaf-
let, üzüntü.
kemalât-ı fenniye:
ilim ve sa-
nat alanlarındaki gelişmeler.
lâzım:
gerekli.