2.
(1)
o
ÜÉn
à`p
µ
`r
dG n
?p
d'
P
Yani, emsaline tefevvuk etmiştir.
öyle ise müstesnadır. Çünkü şek ve şüphe yeri değildir.
Çünkü müttakîlere doğru yolu gösterir. öyle ise mu’cize-
dir.
3.
(2)
n
Ú/
?s
à`o
ªr
? p
d ik
óo
g
Yani, tarik-ı müstakime irşat eder.
öyle ise, yakiniyattandır. öyle ise, mümtazdır. öyle ise,
mu’cizdir.
ey arkadaş! Şu
n
Ú/
?s
à`o
ªr
? p
d ik
óo
g
cümlesindeki nur-i belâ-
gat ve hüsn-i kelâm, dört noktadan tezahür etmiştir:
1.
Bu cümlede müpteda mahzuftur. Bu hazf, cümleyi
teşkil eden müpteda ile haber arasındaki ittihat öyle bir
dereceye varmış ki, sanki müpteda hazf olmayıp haberin
içerisine girmiş. Haricen ikisi müttehit oldukları gibi, zih-
nen de müttehit olduklarına işarettir.
2.
(3)
i/
OÉn
g
, yerinde
(4)
ik
óo
g
yani, ism-i fail mevkiinde
mastarın kullanılması, tecessüm eden nur-i hidayetten
cevher-i kur’ân’ın husule geldiğine işarettir.
3.
ik
óo
g
’deki
tenvin-itenkir’
den anlaşılıyor ki, hida-
yet-i kur’ân öyle ince bir dereceye varmıştır ki, hakikati
idrak edilemez. Ve öyle geniş bir sahayı işgal etmiştir ki,
ihatası ilmen kabil değildir. Çünkü, “
marife
”nin zıddı
olan “
nekre
,” ya şiddet-i hafâdan olur veya kesret-i zu-
hurdan neş’et eder. Buna binaendir ki, “
Tenkirbazen
tahkiri,bazentazimiifadeeder
” denilmiştir.
binaen:
-den dolayı, bu sebepten.
cevher-i Kur’ân:
Kur’ân cevheri,
Kur’ân’a ait esas, öz.
emsal:
eşler, benzerler.
hakikat:
gerçek, bir şeyin aslı,
esası.
haricen:
hariçten, dışardan, dış-
tan.
hazf:
aradan çıkarma, yok etme,
silme.
hidayet-i Kur’ân:
Kur’ân’ın yol
göstericiliği, Kur’ân’ın hak ve haki-
katları göstermesi.
husul:
olma, meydana gelme.
hüsn-i kelâm:
sözün güzelliği.
idrak:
akıl erdirme, anlama, kav-
rama kabiliyeti.
ihata:
kuşatma, içine alma.
ilmen:
ilim ile, ilmî bir şekilde.
irşat:
doğru yolu gösterme, gaflet-
ten uyandırma.
ism-i fail:
fiili, işi, eylemi yapan,
özne.
işgal:
tutma.
ittihat:
birleşme, birlik oluşturma.
kabil:
olan, olabilir, mümkün, ihti-
mal dairesinde.
kesret-i zuhur:
ortaya çıkışın çok
olması, çokça görünür olma.
maarif:
kültür, bilgi.
mahzuf:
silinmiş, yerinden kaldı-
rılmış.
mastar:
fiil (iş, hareket, oluş bildi-
ren kelime) kökü.
mevki:
yer, makam.
mu’ciz:
insanı aynısını veya ben-
zerini yapmaktan âciz bırakan iş.
mu’cize:
benzerini yapmaktan in-
sanların âciz kaldığı şey.
mümtaz:
meziyetleriyle başkala-
rından ayrılan, seçkin.
müpteda:
başlangıç, baş.
müstesna:
benzerlerinden üstün
olan, seçkin, mümtaz.
müttakî:
ittika eden, sakınan, çe-
kinen, günah ve haramdan uzak
duran, takva sahibi.
müttehit:
ittihat eden, birleşen,
birlik olmuş.
nekre:
‘marife’nin zıddı; gösterdi-
ği kavram veya nesne açıkca be-
lirlenmemiş olan kelime.
neş’et:
meydana gelme, oluşma,
çıkma.
nur-i belâgat:
belâgat nuru, güzel
ve yerli yerinde söylenen sözler-
deki ışık, parlaklık.
nur-i hidayet:
hidayet nuru.
saha:
alan.
şek:
şüphe, zan, tereddüt.
şiddet-i hafâ:
gizlilik şiddeti, sırrı,
pek gizli oluş.
tahkir:
hakaret etme, küçük
görme, şeref ve haysiyetini in-
citme.
tarik-i müstakim:
istikamet
üzere, doğru olan yol, doğru
yol.
tazim:
hürmet, ululama, say-
gı gösterme.
tecessüm:
cisimleşme, cisim
hâline gelme.
tefevvuk:
üstün olma, üstün-
lük.
tenkir:
bir ismi harf-i tarifsiz
kullanarak belirsiz yapma.
tenvin-i tenkir:
kelimenin be-
lirsizliğine işaret olan tenvin.
teşkil:
şekillendirme, şekil
verme.
tezahür:
görünme, belirme,
ortaya çıkma.
yakiniyat:
yakin ile, kesin ola-
rak bilinen şeyler.
zihnen:
zihin olarak, zihince.
1.
Onda asla şüphe yoktur. (Bakara Suresi: 2.)
2.
O, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir. (Bakara
Suresi: 2.)
3.
Hidayet eden, doğru yolu gösteren.
4.
Hidayet, doğru yol. (Bakara Suresi: 2.)
B
akara
S
ureSi
| 68 | İşaratü’l-İ’caz