zaafından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünkü,
hariçte bir adam, reyini, ferdiyete istinat eden meşihata
karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûraya istinat
eden bir şeyhülislâmın sözü, ya en büyük bir dâhîyi de ya
içtihadından vaz geçirir ya o içtihadı ona münhasır bıra-
kır.
Her müstait çendan içtihat edebilir, lâkin içtihadı o va-
kit düsturu’l-amel olur ki, bir nevi icma veya cumhurun
tasdikine iktiran ede. Böyle bir şeyhülislâm manen bu
sırra mazhar olur. Şeriat-ı garra’da daima icma ve rey-i
cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevza-i ârâ
için, böyle bir faysala lüzum-i kat’î vardır.
sadâret, meşihat iki cenahtır. Şu devlet-i İslâmiyenin
bu iki cenahı mütesavi olmazsa ileri gidilmez. gidilse de,
böyle bir medeniyet-i faside için mukaddesatından insi-
lâh eder.
İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûraya ihtiyaç şe-
dittir. Merkez-i hilâfette tesis olunmazsa, bizzarure başka
yerde teşekkül edecektir. Bu şûranın bazı mukaddematı
olan cemaat-ı İslâmiye teşkilâtı ve evkafın meşihata ilha-
kı gibi umurun daha evvel tahakkuku münasip ise de,
baştan başlansa, sonra mukaddemat ihzar edilse yine
maksat hâsıl olur.
daire-i intihabiyeleri hem mahdut, hem muhtelit olan
a’yan ve mebusanın vazife-i resmiyeleri itibarıyla bilvası-
ta ve dolayısıyla bu işe tesiri olabilir. Hâlbuki vasıtasız,
doğrudan doğruya bu vazife-i uzmayı deruhte edecek ha-
lis İslâm bir şûra lâzımdır.
itibariyle:
bakımından.
lâzım:
gerek.
lüzum-i kat’î:
kesin ihtiyaç.
mahdut:
sınırlanmış; miktarı, sayı-
sı belli.
maksat:
kastedilen, istenilen şey,
varılmak istenen nokta, niyet, me-
ram.
manen:
manaca.
mazhar olmak:
nail olmak, ulaş-
mak.
mebusan:
mebuslar, milletvekille-
ri.
medar-ı fetva:
fetva kaynağı.
medeniyet-i faside:
bozuk mede-
niyet.
merkez-i hilâfet:
hilâfet merkezi;
İstanbul.
meşihat:
şeyhülislâmlık.
meydan almak:
gelişmek, yayıl-
mak.
muhafaza etmek:
korumak, sak-
lamak, terk etmemek.
muhtelit:
karışık, çeşitli.
mukaddemat:
başlangıçlar.
mukaddesat:
mukaddes olan
şeyler, kutsal şeyler.
münasip:
uygun, yerinde.
münhasır:
kimseye mahsus; sınır-
lanmış, sınırlı.
müstait:
hazır, amade; lâyık.
mütesavi:
birbirine müsavi olan,
eşit olan, eş olan, birbiri kadar,
müsavi, eş, denk.
nevi:
çeşit, tür.
rey:
görüş; düşünce.
rey-i cumhur:
çoğunluğun görü-
şü, kamuoyu.
sadaret:
sadrazamlık, sadrazamın
işi ve makamı.
sır:
incelik, püf noktası.
şedit:
şiddetli; tesirli.
Şeriat-ı Garra:
parlak ve nurlu şe-
riat; İslâm dini.
şeyhülislâm:
Osmanlılarda en bü-
yük din görevlisi.
şûra:
danışma, meşveret meclisi.
tahakkuk:
gerçekleşme, meyda-
na gelme.
tasdik:
onaylama.
tesir:
etki, iz bırakma.
tesis etmek:
kurmak, meydana
getirmek.
teşekkül etmek:
şekillenmek,
meydana gelmek; kurulmak.
umur:
işler, hususlar.
üstat:
öğretici.
vakit:
zaman.
vasıtasız:
araçsız, sebepsiz.
vazife-i resmiye:
resmi görev,
devlet tarafından görevlendirilmiş
olma.
vazife-i uzma:
en büyük vazife.
zaaf:
irade zayıflığı.
a’yân:
şeçkinler, ileri gelenler.
adam:
kişi, şahıs.
bilvasıta:
vasıta ile.
bizzarure:
kesinlikle, zarurî
olarak, mecburî olarak.
cemaat-i islâmiye teşkilâtı:
İslâm topluluğu örgütü.
cenah:
taraf, kısım.
cumhur:
halk.
çendan:
gerçi.
dâhî:
üstün zekâlı, çok bilgili.
daima:
sürekli.
daire-i intihabiye:
seçim ala-
nı.
deruhte etmek:
üstüne al-
mak, yüklenmek, kendini va-
zifeli bilmek.
devlet-i islâmiye:
İslâm dev-
leti.
düsturu’l-amel:
çalışma ka-
idesi.
evkaf:
vakıflar.
evvel:
önce.
faysal:
kesin hüküm, karar.
ferdiyet:
teklik, birlik, fertlik.
fevza-i ârâ:
fikir dağılımındaki
intizamsızlık, fikir anarşisi.
hâlbuki:
oysa, oysa ki.
halis:
öz.
hariçte:
dışarıda.
hâsıl olmak:
peyda olmak,
meydana gelmek, ortaya çık-
mak.
icma:
müçtehit olan İslâm
âlimlerinin dinî bir konuda ay-
nı sözü söylemeleri, bir konu-
da görüş birliğine varmaları.
ihtiyaç:
gerekli olmak.
ihzar etmek:
hazırlamak.
iktiran etmek:
yaklaşmak,
yakın olmak.
ilhak:
hâkimiyet altına almak.
insilâh etmek:
soyulma, sıyrı-
lıp çıkma.
istinat etmek:
dayanmak.
Eski said dönEmi EsErlEri
| 487 |
s
ünuHaT