Hem tahtiecilik fikri, suizan ve tarafgirlik hissinin
menbaı olduğundan, İslâm’da lâzım olan tesanüd-i ervah,
tevhid-i kulûb, tahabbüp ve teavüne büyük rahneler aç-
mıştır. Hâlbuki hüsnüzanla, muhabbet ve vahdetle me-
muruz.
a a a
Bu meseleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rü-
yada Cenab-ı peygamber efendimizi (a.s.m.) gördüm.
Bir medresede huzur-i saadette bulunuyordum. Cenab-ı
peygamber bana kur’ân’dan ders vereceklerdi. kur’ân’ı
getirdikleri sırada, Hz. peygamber sallâllâhü Aleyhi Ve-
sellem efendimiz, kur’ân’a ihtiramen kıyam buyurdular.
o dakikada şu kıyamın, ümmeti irşat için olduğu birden
hatırıma geldi. Bilahare bu rüyayı süleha-i ümmetten bir
zata hikâye ettim. Şu suretle tabir etti: “Bu büyük bir işa-
ret ve beşarettir ki, kur’ân-ı Azîmüşşan lâyık olduğu
mevki-i muallâyı bütün cihanda ihraz edecektir.”
a a a
(2)
p
ôr
en
’r
G p
‘ r
ºo
gr
Qp
hÉn
°Tn
h
(1)
@ r
ºo
¡n
ær
«n
H …'
Qƒo
°T r
ºo
go
ôr
en
Gn
h
(HaşİYe)
tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine
temessük etmiş ise, terakki etmiş, ne vakit dinde zaaf
göstermiş ise, tedenni etmiştir. Başka dinde, bilakis kuv-
veti zamanında vahşet, zaafı zamanında temeddün hâsıl
olmuştur.
HaşİYe:
Bidayet-i Hürriyette şu fikri jön türklere teklif ettim, kabul etme-
diler. on iki sene sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler. lâkin meclis fes-
hedildi. Şimdi âlem-i İslâmın mütemerkiz noktasına tekraren arz ediyo-
rum.
âlem-i islâm:
İslâm âlemi, İslâm
dünyası.
arz etmek:
sunmak, göstermek,
takdim etmek.
beşaret:
müjde.
bidayet-i hürriyet:
hürriyetin baş-
langıcı; (1908) Hürriyetin (II Meşru-
tiyet) ilân edildiği zaman.
bilahare:
sonra, sonradan.
bilakis:
aksine.
cihan:
dünya, kâinat, âlem.
derece:
ölçü, miktar.
feshedilmek:
kaldırmak, yürür-
lükten çıkarmak, dağıtmak.
hâlbuki:
oysa, oysa ki.
hâsıl olmak:
peyda olmak, mey-
dana gelmek, ortaya çıkmak.
hikâye etmek:
anlatmak.
his:
duygu.
huzur-i saadet:
Peygamberimizin
huzuru, yanı.
hüsnüzan:
iyi zan, güzel kanaat.
ihraz etmek:
nail olmak; elde et-
mek; manevî şerefe erişmek.
ihtiramen:
hürmet ederek, saygı
göstererek.
irşat:
doğru yolu göstermek.
istişare:
danışma, birinin fikir ve
görüşüne başvurmak.
işaret:
nişan, alâmet, iz.
Jön Türk:
Batı tarzı yenileşme ta-
raftarı genç Osmanlı.
kıyam:
ayağa kalkmak.
kur’ân-ı azîmüşşan:
şan ve şerefi
yüce olan Kur’ân.
lâkin:
fakat.
lâyık:
uygun, yakışır, münasip.
lâzım:
gerekli, lüzumlu.
meclis:
Meclis-i Mebusan.
medrese:
İslâm dünyasında dü-
zenli öğretim kuruluşu, mektep.
menba:
kaynak.
mesele:
konu.
mevki-i muallâ:
en yüce mevki,
yüce makam.
muhabbet:
ülfet, sevgi, sevme,
dostluk.
mütemerkiz nokta:
merkezleşen
nokta; Hilâfet merkezi İstanbul.
peygamber:
Allah’ın elçisi, Allah
tarafından haber getirerek İlâhî
emir ve yasakları insanlara tebliğ
eden elçi, haberci, nebî, resul.
rahne:
zarar, ziyan.
sallâllâhü aleyhi vesellem:
Allah
ona salât ve selâm eylesin.
suizan:
kötü zan, şüphe.
suret:
biçim, tarz.
süleha-i ümmet:
ümmetin
salihleri.
tabir etmek:
yorumlamak.
tahabbüp:
sevgi gösterme,
muhabbet etme.
tahtiecilik:
kendi görüş ve
mezhebinin dışındaki her şeyi
her fikri hatalı görmeyi meslek
edinme mesleği.
tarafgirlik:
taraf tutuculuk.
teavün:
yardımlaşma, birbiri-
ne yardım etme.
tedenni etmek:
kötü bir dere-
ceye düşmek, gerilemek.
temeddün:
medenîleşme,
medenî olma.
temessük etmek:
yapışmak,
sarılmak, sıkıca tutunma.
terakki etmek:
ilim, sanat ve
teknik gibi alanlarda ilerle-
mek, daha yüksek bir seviye-
ye gelmek.
tesanüd-i ervah:
ruhların da-
yanışması.
tevhid-i kulûb:
kalblerin, gö-
nüllerin birliği.
ümmet:
Müslümanlar.
vahdet:
birlik ve teklik.
vahşet:
yabanîlik, vahşîlik.
vakit:
zaman.
zaaf:
zayıflık, kuvvetsizlik.
s
ünuHaT
| 484 |
Eski said dönEmi EsErlEri
1.
Onların aralarındaki işleri istişare iledir. (Şûra Suresi: 38.)
2.
Ve işlerinde onlarla istişare et. (Âl-i İmran Suresi: 159.)