sahabeler hakkındaki risaleye havale edip kısa kesiyo-
ruz.
ey bu Cami-i emevî’deki kardaşlarım ve kırk-elli sene
sonra âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dört yüz milyon
ehl-i iman olan ihvanımız!
necat yalnız sıdkla, doğruluk-
la olur. urvetü’l-vüska, sıdktır. yani, en muhkem ve
onunla bağlanacak zincir, doğruluktur.
Amma, maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş.
Maslahat ve zaruret için bazı âlim “muvakkat” fetvası
vermişler. Bu zamanda o fetva verilmez. Çünkü, o kadar
suistimal edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati olabi-
lir. onun için, hüküm maslahata bina edilmez.
Meselâ, seferde namazı kasretmenin sebebi meşak-
kattir. Fakat, illet olamaz. Çünkü, muayyen bir haddi
yok; suistimale düşebilir. Belki illet yalnız sefer olabilir.
Aynen öyle de, maslahat dahi yalan söylemeye illet ola-
maz. Çünkü, muayyen bir haddi yok, suistimale müsait
bir bataklıktır; hükm-i fetva ona bina edilmez. öyle ise,
(1)
o
äƒo
µ° t
ùdG És
ep
Gn
h o
¥r
ó°u
üdG És
ep
G
Yani yol ikidir, üç değildir. Ya
doğru, ya yalan, ya sükût değildir.
İşte, şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve
tezviratlarıyla emniyet-i umumiyenin ve ruy-i zemin asa-
yişlerinin zirüzeber olması, kizble ve maslahatın suistima-
li ile olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmaya beşe-
ri mecbur ediyor ve kat’î emir veriyor. Yoksa, bu yarım
asırda gördükleri umumî harbler ve dehşetli inkılâplar ve
sukutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak.
kıyamet:
son derece büyük yıkım.
kizb:
yalan söyleme.
maslahat:
yerine göre icap eden
iş, davranış.
mecbur:
zorunlu.
menfaat:
fayda, kâr.
mescid-i kebir:
büyük mescit.
meselâ:
misal olarak.
meşakkat:
zahmet, sıkıntı, güçlük,
zorluk.
muayyen:
tayin edilmiş, belli, be-
lirli.
muhkem:
sa€lam, sa€lamlaştırıl-
mış, kuvvetli.
muvakkat:
belirli bir zamana
mahsus.
müsait:
elverişli, uygun.
necat:
kurtuluş, kurtulma, halâs,
selâmet.
neshetmek:
ortadan kaldırmak,
hükümsüz bırakmak, iptal etmek.
risale:
belli bir konuda yazılmış
küçük kitap.
ruy-i zemin:
yeryüzü.
sahabe:
Peygamberimiz Hz. Mu-
hammed’in mübarek yüzünü gör-
mekle şereflenen ve onun sohbet-
lerine katılan mü’min kimse.
sefer:
yolculuk, seyahat.
sıdk:
do€ruluk, gerçeklik, hakikat;
samimîlik.
suistimal:
bir şeyi kötüye kullan-
ma.
sukut:
alçalma.
sükût:
susmak; düşme.
tahribat:
tahripler, yıkıp bozmalar.
tezvir:
yalanı süsleyerek gerçek
diye yutturma; ara bozma, ko€u-
culuk.
umumî:
geneli ilgilendiren.
urvetü’l-vüska:
kopmaz ve sa€-
lam kulp; Müslümanlık.
zaruret:
yasak olan bir fiilin işlen-
mesini geçici olarak mübah kılan
özür.
zirüzeber:
altüst, karmakarışık,
darmada€ın.
âlem-i ‹slâm:
‹slâm âlemi, ‹s-
lâm dünyası.
âlim:
ilim adamı.
asayiş:
rahat, huzur.
asır:
yüzyıl.
beşer:
insan, insanlık, âde-
mo€lu.
bina etmek:
bir iddiayı bir şe-
ye dayandırmak.
bina etmek:
dayandırmak.
Cami-i Emevî:
Şam’daki Eme-
viye Camii.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ehl-i iman:
inananlar, iman
sahipleri, ‹slâm dinini kabul
edenler.
elbette:
eninde sonunda.
emniyet-i umumiye:
toplum
güvenli€i.
fetva:
bir konuya ait verilen
dinî hüküm.
had:
sınır.
harb:
savaş.
havale etmek:
yöneltmek;
sorumlulu€u bırakmak.
hükm-i fetva:
fetva ile verilen
karar.
hüküm:
verilen karar.
ihvan:
kardeşler; candan dost-
lar, arkadaşlar.
illet:
sebep, neden.
inkılâp:
devrim, bir hâlden ta-
mamen başka bir hâle geçme.
kasretmek:
kısaltmak.
kat’î:
şüpheye ve tereddüde
mahal bırakmayan, kesin.
Eski said dönEmi EsErlEri
| 347 |
H
uTBe
-
i
Ş
amiYe
1.
Ya doğru söylemeli, ya da susmalı.