şimdiye kadar zalimâne vaziyetler Cehennemin vücudu-
nu ve fıtratındaki küllî istidadat-ı kemaliyesi; ve kâinatı
alâkadar eden hakaik-ı imaniyesi cenneti bedahetle istil-
zam ettiği gibi, herhâlde iki harb-i umumî ile ve kâinatı
ağlattıran cinayetleri ve yuttuğu zakkum şerlerini haz-
metmediği için kustuğu ve zeminin bütün yüzünü pislen-
dirdiği vaziyetiyle, beşeriyeti en berbat bir dereceye dü-
şürüp bin senelik terakkiyatını zirüzeber etmek cinayeti-
ni beşer hazmetmeyecek. Herhâlde çabuk başında bir kı-
yamet kopmazsa, hakaik-ı İslâmiye, beşeri esfel-i safilîn
derece-i sukutundan kurtarmaya ve ruy-i zemini temizle-
meye ve sulh-i umumîyi temin etmeye vesile olmasını
rahman-ı rahîm’in rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümit
ediyoruz ve bekliyoruz.
ikinCi kElimE:
ki, müddet-i hayatımda tecrübele-
rimle fikrimde tevellüt eden şudur:
Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâm’ın kalbi-
ne girmiş.
İşte o yeistir ki, bizi öldürmüş gibi; garpta bir-iki mil-
yonluk küçük bir devlet, Şarkta yirmi milyon Müslüman-
ları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hük-
müne getirmiş.
Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfa-
at-i umumiyeyi bırakıp menfaat-i şahsiyeye nazarımızı
hasrettirmiş.
ahlâk:
iyi ve güzel davranışların
bütünü.
alâkadar:
ilgili, ilişkili, münasebet-
li, ba€lı.
âlem-i ‹slâm:
‹slâm âlemi, ‹slâm
dünyası.
bedahet:
açıklık, aşikâr, ispata ih-
tiyaç olmayacak derecede açıklık.
berbat:
fena, kötü; sevimsiz.
beşer:
insan, insanlık, âdemo€lu.
beşeriyet:
insanlık.
cinayet:
adam öldürme, cana kıy-
ma, katl; bu derecede a€ır suç.
dehşetli:
ürkütücü.
derece-i sukut:
düşme, alçalma
derecesi.
esfel-i safilîn:
aşa€ıların en aşa€ısı.
fıtratındaki:
yaratılışındaki.
Garp:
Batı.
hakaik-ı imaniye:
imanın gerçek-
leri.
hakaik-ı ‹slâmiye:
‹slâmiyetin
gerçekleri.
harb-i umumî:
dünya savaşı.
hasretmek:
yalnız bir şeye ayır-
mak, ona tahsis etmek.
hazmetmek:
sindirmek, kabullen-
mek.
herhâlde:
büyük bir ihtimalle.
hizmetkâr:
hizmet eden.
hükmüne:
durumuna.
istidadat-ı kemaliye:
mükemmel
olmanın tohumları.
istilzam etmek:
gerektirmek.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin ta-
mamı, bütün âlemler, varlıklar.
kıyamet:
dünyanın sonu.
küllî:
umumî, bütün.
menfaat-i şahsiye:
kişisel fayda,
şahsî çıkar.
menfaat-i umumiye:
umumun
faydası, kamu yararı.
müddet-i hayat:
ömür müddeti,
yaşama süresi, bir kimsenin ömrü.
müstemleke:
koloni, sömür-
ge.
nazar:
düşünme, fikir; tevec-
cüh.
niyaz etmek:
yalvarıp yakara-
rak istemek.
rahman-ı rahîm:
Rahman ve
Rahîm olan Allah; dünya ve
ahirette yarattıklarına sonsuz
rahmet, şefkat ve merhame-
tiyle muamele eden Allah.
rahmet:
acıma, merhamet et-
me.
ruy-i zemin:
yeryüzü.
sulh-i umumî:
genel barış,
herkesi ilgilendiren barış, dün-
ya barışı.
Şark:
güneşin do€du€u yön,
taraf; do€u, maşrık, gündo€u-
su; do€u yönünde yer alan
yerler, do€u bölgeleri; Avru-
pa’ya nispeten Asya; Do€uda
kalan ülkeler; Avrupa kültürü-
nün dışında kalan Müslüman
ülkeleri.
şer:
kötülük.
tecrübe:
deneyim, sınama.
terakkiyat:
ilerlemeler, geliş-
meler.
tevellüt etmek:
meydana
gelmek, açı€a çıkmak, do€-
mak.
ümit:
umut, umma.
vaziyet:
durum, şekil.
vesile:
sebep.
vücut:
var olma, var oluş, var-
lık.
yeis:
ümitsizlik.
zakkum:
öldürücü, zehirleyici.
zalimâne:
zalim olana yakışır
şekilde, zalimce.
zemin:
yer; yeryüzü.
zirüzeber:
altüst, karmakarı-
şık, darmada€ın.
H
uTBe
-
i
Ş
amiYe
| 342 |
Eski said dönEmi EsErlEri