Meselâ, küre-i arza emr-i İlâhî ile nezarete memur
“sevr” ve “Hût” namlarında iki ruhanî melâikeyi dehşet-
li cismanî bir öküz, bir balık tevehhüm edip, ehl-i fen ve
felsefe, hakikati bilmediklerinden İslâmiyet’e muarız çık-
mışlar.
Bu misal gibi yüz misal var ki, hakikati bilindikten son-
ra, en muannit feylesof da teslim olmaya mecbur oluyor.
Hatta risale-i nur, Mu’cizat-ı kur’âniye risalesinde, fen-
nin iliştiği bütün ayetlerin her birisinin altında kur’ân’ın
bir lem’a-i i’cazını gösterip, ehl-i fennin medar-ı tenkit
zannettikleri kur’ân-ı kerîm’in cümle ve kelimelerinde
fennin eli yetişmediği yüksek hakikatleri izhar edip, en
muannit feylesofu da teslime mecbur ediyor. Meydanda-
dır; isteyen bakabilir ve baksın, bu mâni kırk beş sene ev-
vel söylenen o sözden sonra nasıl kırıldığını görsün.
evet, bazı muhakkikîn-i İslâmiyenin bu yolda telifatla-
rı var. Bu sekizinci dehşetli mânianın zirüzeber olacağı-
na emareler görünüyor.
evet, şimdi olmasa da otuz-kırk sene sonra, fen ve ha-
kikî marifet ve medeniyetin mehasini bu üç kuvveti tam
teçhiz edip, cihazatını verip, o sekiz mânileri mağlûp
edip dağıtmak için, taharri-i hakikat meyelânını ve insa-
fı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin se-
kiz cephesine göndermiş. Şimdi onları kaçırmaya başla-
mış, inşaallah yarım asır sonra onları darmadağın ede-
cek.
asr:
yüzyıl, asır.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümlesi.
cephe:
ön taraf.
cihazat:
ihtiyaç duyulan maddî
manevî aletler.
cismanî:
maddî ve cisimli olmak.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
dehşetli:
ürkütücü.
ehl-i fen:
ilim adamları.
ehl-i fen ve felsefe:
ilim ve felse-
feyle meşgul olanlar.
emare:
alâmet, nişan, eser, ipucu,
belirti, karine.
emr-i ‹lâhî:
Allah’ın emri; ‹lâhî iş.
evvel:
önce.
fen:
deneyle, ispatla meydana
gelmiş ilimlere verilen genel ad.
feylesof:
felsefe ile u€raşan, filo-
zof.
hakikat:
gerçek, esas.
hakikî:
gerçek.
hut:
balık.
inşaallah:
Allah isterse, Allah diler-
se, Allah’ın emri olursa, Allah izin
verirse manalarında kullanılan bir
dua.
insaf:
merhamet ve adalet ölçüle-
riyle hareket.
izhar etmek:
açı€a vurmak, mey-
dana çıkarmak; göstermek.
küre-i arz:
arz küresi, yer yuvarla-
€ı, dünya, yer küre.
lem’a-i i’caz:
acze düşüren parıltı,
mu’cizelik parıltısı.
ma€lûp etmek:
yenmek, üstün
gelmek, bertaraf etmek.
mâni:
meneden, geri bırakan, alı-
koyan, engel olan.
mânia:
meneden şey, engel, özür,
zorluk.
marifet:
tanıma, bilme, ilim.
mecbur:
zorunlu olan.
medar-ı tenkit:
tenkit sebebi.
medeniyet:
ilim, teknik, sanayi ve
ticaretin nimetlerinden gerçek an-
lamda yararlanarak, bolluk, gü-
venlik ve rahatlık içinde yaşa-
yış.
mehasin:
güzellikler, hüsün-
ler, iyilikler.
melâike:
melekler.
memur:
emir ile hareket
eden.
meselâ:
misal olarak, şunun
gibi, söz gelişi, faraza.
meydanda:
açıkta, ortada.
meyelân:
meyletme; ilgi; ta-
raftarlık.
misal:
benzer, örnek, numune.
mu’cizat-ı kur’âniye:
Risale-i
Nur’dan bir eser.
muannit:
inatçı, ayak direyen.
muarız:
karşı çıkan, muhalif.
muhabbet-i insaniyet:
insan-
lık sevgisi.
muhakkikîn-i ‹slâmiye:
‹slâ-
miyetin hakikatlerini bulup
meydana çıkaranlar, hakikati
araştıranlar.
nam:
ad, isim.
nezaret:
gözetme; idare; ve-
killik.
risale:
belli bir konuda yazıl-
mış küçük kitap.
ruhanî:
ruhtan ibaret olan
melek.
sevr:
öküz, bo€a.
taharri-i hakikat:
hakikati
araştırma, do€ruyu arama,
araştırma,
taife:
bölük, takım, güruh, fır-
ka.
teçhiz etmek:
cihazlandır-
mak, lüzumlu şeyleri tamam-
lamak, donatmak, hazırlamak.
telifat:
yazılmış eser.
tevehhüm etmek:
gerçekte
var olmayanı var kabul etmek.
zannetmek:
sanmak.
zirüzeber:
altüst, karmakarı-
şık, darmada€ın.
H
uTBe
-
i
Ş
amiYe
| 332 |
Eski said dönEmi EsErlEri