Bakınız ki, hakikati bilesiniz.” “Biliniz!” ve “Bil!” “Haki-
katine dikkat et!” “Acaba, neden beşer bilemiyorlar,
cehl-i mürekkebe düşüyorlar? neden taakkul etmiyorlar,
divaneliğe düşerler? neden bakmıyorlar, hakkı görmeye
kör olmuşlar? neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdi-
sat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet
yolunu bulsun? neden tefekkür ve tedebbür ve aklen
muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar? ey insanlar,
ibret alınız! geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek mane-
vî belâlardan kurtulmaya çalışınız!” manasında gelen
ayetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok ayetlerde beşeri
aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.
ey bu Cami-i emevî’deki kardeşlerim gibi âlem-i İs-
lâm’ın cami-i kebirinde olan kardeşlerim! siz de ibret alı-
nız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli hâdisattan ibret alı-
nız. tam aklınızı başınıza alınız, ey mütefekkir ve akıl sa-
hibi ve kendini münevver telâkki edenler!
Hâsıl-ı kelâm
: Biz kur’ân Şakirtleri olan Müslümanlar,
bürhana tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-ı
imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efratları gibi
ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. onun için,
akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı
aklîye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit etti-
ren kur’ân hükmedecek.
Hem de, İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkisafına
ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açıl-
maya başlamışlar. o mümanaat edenler çekilmeye baş-
lıyorlar. kırk beş sene evvel o fecrin emareleri göründü.
aklen:
akıl ile, akıl yolu ile, akıl ge-
re€ince.
âlem-i ‹slâm:
‹slâm âlemi, ‹slâm
dünyası.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümlesi.
belâ:
musibet, gam, keder, afet.
beşer:
insan, insanlık, âdemo€lu.
bürhan:
delil, kanıt.
bürhan-ı aklîye:
aklın kabul etti€i
delil ve kıyaslama.
Cami-i Emevî:
Şam’daki Emeviye
Camii.
cami-i kebir:
büyük cami.
cehl-i mürekkep:
bilmemekle be-
raber, bilmedi€ini de bilmemek,
katmerli cahillik, kara cahillik.
dalâlet:
iman ve ‹slâmiyetten ay-
rılmak, azmak, do€ru yoldan ayrıl-
ma, batıla yönelme.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
divanelik:
aklı başında olmamak,
budalalık.
efrat:
fertler, kişiler, şahıslar.
elbette:
kesinlikle, mutlaka, şüp-
hesiz.
emare:
alâmet, nişan, eser, ipucu,
belirti.
fecir:
sabaha karşı, güneş do€ma-
dan önce ufkun gündo€usu tara-
fından görünen aydınlı€ı, tan yeri-
nin a€arması.
fen:
hüner, marifet, sanat, ilim.
fikir:
idrak, anlayış melekesi.
hâdisat:
olaylar.
hâdisat-ı âlem:
kâinatta meydana
gelen yaratılan olaylar.
hak:
gerçek.
hakaik-ı imaniye:
iman hakikat-
leri.
hakikat:
gerçek.
hâsıl-ı kelâm:
son söz; sözün kısa-
sı.
havale etmek:
bir işin yapılması-
nın sorumlulu€unu devretmek.
hükmetmek:
üstünlük kurmak,
sözünü geçirmek.
hüküm:
tartışılmaz dinî kaide.
ibret almak:
bir olaydan, kötü bir
durumdan ders almak, ders çıkar-
mak.
ilim:
kâinat içinde meydana gelen
olayların sebep, oluş, sonuç ve te-
sirleri konusunda, aklın ölçüleri
çerçevesinde tahsil ve tecrübe ile
edinilen do€ru bilgi, bilim.
inkisaf:
parlaklı€ını giderme, sön-
me.
istikamet:
inanç, düşünce ve ni-
yette, tutum ve davranışta Allah’ın
rızasına uygun dürüstlük.
istikbal:
gelecek.
istinat etmek:
dayanmak; güven-
mek, itimat etmek.
kıyasen:
kıyas ederek; karşılaştı-
rarak.
kurun:
devirler, ça€lar.
manevî:
ruha ve içe ait olan,
ruhî; fikrî, hissî.
meşveret:
fikir alma, danışma;
fikir alışverişi.
muhakeme etmek:
düşün-
mek, akıl yürütmek, akıl yürü-
tüp do€ru bir netice elde ede-
bilmek.
mümanaat etmek:
engel ol-
mak, yapılmasını önlemek.
münevver:
bilgili, kültürlü
kimse, aydın.
mütefekkir:
tefekkür eden,
düşünen, her şeyi hikmetince,
ibret almak ve kavramak üze-
re düşünen, düşünür.
ruhban:
rahipler, papazlar.
şakirt:
talebe, ö€renci.
sergüzeşt-i hayat:
hayat ma-
cerası, hayat hikâyesi.
taakkul etmek:
akıl etmek,
anlamak, akıl erdirmek.
tâbi olmak:
boyun e€mek,
uymak, itaat etmek.
tahattur etmek:
hatırlamak,
hatıra getirmek.
taklit:
başkasının fikir ve gö-
rüşlerine körü körüne uyma,
onun gibi hareket etme.
tedebbür:
bir şeyin sonunu
düşünme, sonunu, hakikatini
düşünme.
tefekkür etmek:
düşünmek,
fikir üretmek, zihni yormak;
maksadı kavramak için zihnini
eşyanın manasını anlama hâli-
ne yöneltmek.
telâkki etmek:
kabul etmek.
tenvir etmek:
nurlandırmak,
aydınlatmak, ışıklandırmak.
tespit ettirmek:
şüpheye yer
bırakmayacak şekilde görüp
göstermek.
H
uTBe
-
i
Ş
amiYe
| 330 |
Eski said dönEmi EsErlEri