cemiyetli istidadıyla, yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya
hayatı için yaratılmamış; belki ebede mebustur ki, ebede
uzanan arzular mahiyetinde var; ve bu dar, fânî dünya
insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini
herkes bir derece hissetmeye başlamış.
Hatta, insaniyetin bir kuvası ve hadimi olan kuvve-i
hayaliyeye denilse: “sana dünya saltanatı ile beraber bir
milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmeye-
cek bir surette bir idam senin başına gelecek.” elbette,
hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o in-
sanın hayali, sevinç ve beşarete bedel, derinden derine
teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmaması-
na ağlayacak.
İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden de-
rine bir din-i hakkı aramak meyli çıkmış. Her şeyden ev-
vel, ölüm idamına karşı din-i haktaki bir hakikati arıyor
ki, kendini kurtarsın. Şimdiki hâl-i âlem bu hakikate şa-
hadet eder. kırk beş sene sonra, tamamıyla beşerin bu
ihtiyac-ı şedidini, dinsizliğin zuhuruyla, küre-i arzın
kıt’aları ve devletleri birer insan gibi hissetmeye başla-
mışlar.
Hem âyât-ı kur’âniye, başlarında ve ahirlerinde, beşe-
ri aklına havale eder, “Aklına bak” der. “Fikrine, kalbine
müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki, bu hakikati
bilesin” diyor.
Meselâ, bakınız, o ayetlerin başında ve ahirlerinde di-
yor ki: “neden bakmıyorsunuz, ibret almıyorsunuz?
varla€ı, dünya, yer küre.
kuva:
kuvvet, güç; his; meleke.
kuvve-i hayaliye:
hayal duygusu,
hayal gücü.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası, haki-
kati, iç yüzü.
mebus:
namzet, aday.
meselâ:
misal olarak, şunun gibi,
söz gelişi, faraza.
meşveret:
bir konu hakkında fikir
alma, danışma.
meyil:
istek, arzu, yöneliş.
müracaat etmek:
başvurmak, da-
nışmak.
nihayetsiz:
sonsuz, hudutsuz
nükte:
ince manalı, düşündürücü
söz.
saadet-i ebediye:
zevalsiz, sonu
olmayan mutluluk, sonsuz mutlu-
luk.
şahadet etmek:
şahit olmak, şa-
hitlik, tanıklık.
saltanat:
sultanlık, padişahlık, hü-
kümdarlık.
surette:
şekilde.
teessüf:
üzülme, eseflenme.
zuhur:
görünme, meydana çıkma.
ahir:
son.
âyât-ı kur’âniye:
Kur’ân ayet-
leri.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümlesi.
bedel:
karşılık.
beşaret:
müjde, muştu, sevin-
dirici haber.
beşer:
insan, insanlık, âde-
mo€lu.
cemiyetli:
pek çok özellikleri
içine alan, pek çok şeyle alâ-
kalı bulunan.
da€da€a:
gürültü, patırtı, bey-
hude telâş ve ıztırap.
derece:
miktar.
din-i hak:
hak din, ‹slâmiyet.
ebed:
sonu olmayan gelecek
zaman, sonsuzluk, daimîlik.
elbette:
kesinlikle, mutlaka,
şüphesiz.
emel:
şiddetli arzu, hırs.
evvel:
önce.
fânî:
geçici.
fikir:
idrak.
hadim:
hizmetçi.
hakikat:
gerçek.
hakikî:
gerçek.
hâl-i âlem:
âlemin, dünyanın
durumu.
havale etmek:
yöneltmek,
onun sorumlulu€una bırak-
mak.
ibret almak:
bir olaydan, kötü
bir durumdan ders almak,
ders çıkarmak.
idam:
ortadan kalkış, yok oluş.
ihtiyac-ı şedit:
şiddetli ihtiyaç.
intibaha gelmek:
gafletten
uyanmak.
istidat:
kabiliyet, yetenek.
kâfi:
yeterli.
kıt’a:
yer yüzündeki yedi bü-
yük kara parçasından her biri,
ana kara.
küre-i arz:
arz küresi, yer yu-
Eski said dönEmi EsErlEri
| 329 |
H
uTBe
-
i
Ş
amiYe