hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bedevîliğe dönü-
yorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-i umumîsini mah-
veden o dehşetli vahşiyane kanun-i esasî, şimdi bizim bu
bîçare memleketimize girmek istiyor. garazkârâne ve
anudâne particilik gibi bazı cereyanları aşılamaya başla-
ması gibi bir ihtilâf görülüyor. o kanun-i esasî de budur:
Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin
hatasıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri
mahkûm ve düşman ve mes’ul tevehhüm ediliyor. Bir
hata, binler hata hükmüne geçiriliyor. İttifak ve ittihadın
temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve
uhuvveti zirüzeber ediyor.
evet, birbirine karşı gelen muannit ve muarız kuvvet-
ler, kuvvetsiz oluyorlar. Bu kuvvetsizlikle zayıflandığı için,
millete ve memlekete ve vatana âdilâne hizmete muvaf-
fak olunamadığından, maddî ve manevî bir nevi rüşvet
vermeye mecbur oluyorlar ki, dinsizleri kendilerine taraf-
tar yapmak için o gaddar, engizisyonâne ve bedeviyâne
ve vahşiyâne bu mezkûr kanun-i esasîye karşı ayn-ı ada-
let olan bu semavî ve kudsî
(1)
…'
ôr
No
G n
Qr
Rp
h l
In
Qp
RGn
h o
Qp
õn
J n
’n
h
nass-ı kat’îsiyle, kur’ân’ın bir kanun-i esasîsi muhabbet
ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmi-
yeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-i
esasî ki, “
Birisininhatasıylabaşkasımesulolamaz
.”
kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa,
o cinayete şerik sayılmaz. olsa olsa, o cinayete bir nevi
Emirdağ Lâhikası – ıı | 623 |
ihtilâf:
ayrılık, bir konuda farklı
görüş ve düşünüş, fikir ayrılığı.
irtica:
gericilik, geriye dönme, es-
kiyi isteme.
ittifak:
birleşme, fikir birliği etme.
ittihat:
birleşme, birlik oluşturma.
kanun-i esasî:
ana prensipler,
anayasa.
kudsî:
mukaddes, yüce.
maddî:
madde ile alâkalı.
mahkûm:
hüküm giymiş, hü-
kümlü; mecbur, çaresiz.
mahv:
perişan etme, harap etme.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
mes’ul:
sorumlu, yükümlü.
mezkûr:
zikredilen, adı geçen, anı-
lan.
millet-i islâmiye:
İslâm milleti.
muannit:
inatçı, ayak direyen.
muarız:
muhalefet eden, karşı çı-
kan, muhalif.
muhabbet:
sevgi, sevme.
muvaffak:
başarmış, başarılı.
nass-ı kat’î:
kesin delil; anlamı
açık ve sarih olan Kur’ân ayetle-
rinden delil olarak gösterilen ayet.
nevi:
çeşit.
rüşvet:
yasa dışı ücret.
selâmet:
salimlik, eminlik, kurtu-
luş, korku ve endişeden uzak
olma.
semavî:
semaya ait, gökten ge-
len.
sulh-i umumî:
genel barış, herkesi
ilgilendiren barış, dünya barışı.
şerik:
ortak.
taife:
takım, güruh.
taraftar:
taraflı, bir tarafı destek-
leyen.
temin:
sağlama.
tevehhüm:
vehmine kapılmak,
öyle zannetmek.
uhuvvet:
kardeşlik, din kardeşliği.
uhuvvet-i hakikiye:
hakikî, ger-
çek kardeşlik.
vahşet:
yabanî ve vahşi olan şey,
medeniyetin zıddı.
vahşiyâne:
vahşîcesine, vahşîce,
vahşîlikle.
zirüzeber:
altüst, karmakarışık,
darmadağın.
adalet:
her hak sahibine hak-
kının tam ve eksiksiz veril-
mesi, hakkaniyet, âdillik.
âdilâne:
adaletli olana yakışır
bir surette, doğrulukla, âdilce-
sine.
anudâne:
inatçı bir şekilde.
aşiret:
göçebe hâlinde yaşa-
yan, çoğunlukla bir soydan ge-
len insanlar, kabile, oymak.
ayn-ı adalet:
adaletin aslı,
adaletin tâ kendisi.
bedevî:
iptidaî tarzda yaşayan,
medenî olmayan.
beşer:
insan, insanlık.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
cereyan:
akım, fikir, sanat
veya siyaset hareketi.
cinayet:
cana kıyma, katil
veya bu derecede ağır bir suç.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
engizisyon:
Hıristiyanlıktan
uzaklaşan veya dinî esaslara
aykırı davranan kimseleri ce-
zalandırmak için kurulan Ka-
tolik kilisesi mahkemeleri.
gaddar:
çok fazla zulüm ve
haksızlık eden.
garazkârâne:
garez ve düş-
manlığa kapılarak, garazkâr-
lıkla, düşmancasına.
hizmet:
görev, vazife.
hükmüne:
yerine, değerine.
1.
Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. (En’am Suresi: 164; İsra Suresi: 15; Fatır
Suresi: 18; Zümer Suresi: 7.)