(Büyük felâketler, güler yüzlü intibahlar doğurur) derler
ki: Pek musîb bir söz. Herhangi bir hükümet zulmü ve is-
tibdadı arttırdı, mazlum milletler istiklâlini kazanıyor. Şu
asırda dinsizlik ve tahribat fazlalaştı. İnşaallah mazlum ve
masum ehl-i imanın yüzü gülecek. Parlak bir hakikat gü-
neşi tulû edecek.
Aziz Üstadım!
Nakıs kalemim, âciz lisanım, hissiya-
tıma tercüman olamıyor. Her dindaş gibi, benim de kal-
bim aziz imanımın aşkıyla çarpıyor, hamd olsun damar-
larımızda dolaşan kan, binler senelik ehl-i hak ve iman-
dan irsen intikal etmiş bir mayadır.
Sevgili Üstadım!
Öyle anlar geliyor ki, hayat çok al-
çalıyor. Biz insanlar o derece eğilmek mecburiyetinde ka-
lıyoruz. Bu fikrimle, nefsim hesabına bir hisse-i gurur ara-
mıyorum. Menhus ve mülevves ellerin, temiz bileklerimizi
sıkması, sabır taşını çatlatacak kadar müellim bir hâl değil
midir? Tahribatın en müthiş zamanında hastalanan insa-
niyeti, manevî ilâçlarla tedavi etmeye çalışırken, bize mu-
sallat olan hainlere mukabele etmek, acaba zavallı bir mil-
letin sürükleneceği uçuruma set çekmek için, çekilecek
mezahim ve meşak, hayatın ind-i İlâhîde makbuliyeti için
sabretmek, son dereceye kadar tahammül etmek, bu fikir
fakirin hayli düşüncesi neticesi bulabildiği bir hakikat.
Sevgili Üstadım!
Şu günleri düşünceler ve elemler
içerisinde geçiriyorum. Hâdiseyi bir kaç ağızdan birbirini
tutmayan rivayetler gibi, dallı budaklı olarak işittim. Ben-
denize hâdisenin cereyanı hakkında lütfen bir haber veri-
niz. İnsan cünun getirecek.
BARLA LÂHİKASI | 361 |
masum:
suçsuz, günahsız, saf, te-
miz.
mazlum:
zulüm görmüş, haksızlı-
ğa uğramış.
mecburiyet:
mecbur olma, zaru-
rîlik durumu, zorunluluk.
menhûs:
uğursuz, kötü, meş’um.
meşak:
eziyetler, sıkıntılar, me-
şakkatler, mihnetler, zahmetler.
mezahim:
eziyetler, sıkıntılar,
zahmetler, zorluklar, belâlar.
mukabele:
karşılık.
musallat:
çok rahatsızlık veren,
aşırı derecede sataşan.
musîb:
isabet eden, yanılmayan,
yanılgıya düşmeyen.
müellim:
elem veren, hüzne bo-
ğan, keder veren; sızlatan, ağrı-
tan.
mülevves:
kirli, pis, murdar.
müthiş:
dehşet veren, ürküten,
dehşetli, korkunç.
nakıs:
noksan, eksik.
nefs:
kendi, şahıs.
rivayet:
açıklama, nakledilen
sözler ve olaylar.
sabır:
dayanma, katlanma, zor-
luklara dayanma gücü.
set:
mani, perde, engel.
tahammül:
yüklenme, yüke kat-
lanma.
tahribat:
tahripler, yıkıp bozma-
lar.
tercüman:
ifade eden.
tulû:
doğma, doğuş.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nursî
Hazretlerinin, özel isim yerine ge-
çen bir sıfatı; öğretici, öğretmen.
zulüm:
haksızlık, eziyet, cefa, iş-
kence.
aziz:
izzetli, muhterem, say-
gın.
cünun:
delirme, çıldırma, de-
lilik.
dindaş:
aynı dinden olan, din
kardeşi.
ehl-i hak:
hak ehli, iman, İslâ-
miyet ve hak yolunda olan,
hak mezhepte olan.
ehl-i iman:
inananlar, iman
sahipleri.
elem:
dert, üzüntü, kaygı, ta-
sa.
felâket:
musibet, çok zarar,
sıkıntı doğuran durum.
haber:
bilgi, bilgilendirme.
hâdise:
olay.
hain:
hıyanet eden, arkadan
vuran, iyiliği kötülükle karşılık
veren.
hakikat:
gerçek, doğru.
hamd:
Allah’a karşı şükran ve
memnuniyetini onu överek
bildirme.
hisse-i gurur:
övünme payı.
hissiyat:
hisler, duygular.
iman:
inanç, itikat.
ind-i İlâhî:
Allah’ın katı, Al-
lah’ın indi.
insaniyet:
insanlık, bütün in-
sanlar.
inşaallah:
Allah izin verirse.
intibah:
uyanış.
intikal:
geçme, bulaşma, sira-
yet etme.
irsen:
miras olarak.
istibdat:
hak ve hukuku tanı-
mama, keyfî uygulama, zu-
lüm ve tahakküm.
istiklâl:
bağımsızlık.
lisan:
dil.
makbuliyet:
makbullük, be-
ğenilmişlik, geçerlilik.
manevî:
manaya ait, maddî
olmayan.