aşkından, ağzından çıkarmış olduğu nağmeler gibi işittik.
Onun için birbirimizle ne konuştuğumuzu bilemedik. Bil-
diğim şu kadar ki: Yalnız ayrılırken çok şükür Cenab-ı Al-
lah’a böyle envar-ı Kur’âniyeyi neşreden bir Üstadımız
varken, hiçbir vakit saadetimizden mahrum kalmayız di-
ye bildik.
Babacan
ì®í
Œ
184
œ
[Zeki Zekâi’nin fıkrasıdır.]
Aziz ve Sevgili Üstadım!
Üç haftaya yakın bir zaman oluyor ki, size mektup ya-
zamadım. Her zaman olduğu gibi, şu günlerde dairede
vazifenin çokluğu dolayısıyla, pek kıymetli olan uhrevî
vazifelerim geri kalıyor ve bu cihetle teessürüm kâfi gel-
miyormuş gibi, bu hafta içinde işittiğim pek acı elîm bir
haber, bir saika gibi beni beynimden vurdu. İşittim ki,
Üstadım yılanların hücumuna maruz kalmış. Ah Üsta-
dım! vakit vakit tehacümlerine, taaruzlarına maruz kaldı-
ğımız bu menhus hainlerin zulmünden ne zaman azade
kalacağız. Bu mülhit mütecavizler, haddini tecavüz etme-
ye başladılar. Artık tecavüzün bu derecesi fazladır. Bu iti-
barla muazzam bir barika-i hakikatin zuhuru yaklaştığı
iman ve itikadı, bizi teselli ediyor. Ne zaman ki, tahribat
ve istibdat haddini aştı. Uçurum kendini gösteriyor.
azade:
uzak, emin, korunmuş.
aziz:
izzetli, muhterem, saygın.
bârika-i hakikat:
hakikat şimşe-
ği, hakikatin parıltısı ve parlaklığı,
hakikat nuru.
ciddî:
mühim, önemli.
cihet:
sebep, vesile, mucip, baha-
ne.
elîm:
çok dert ve keder veren,
çok acı verici, acıklı.
emanet:
emniyet edilen kimseye
bırakılan şey, eşya veya kimse.
envar-ı Kur’âniye:
Kur’ân nurları,
Kur’ân parıltıları, ışıkları.
fıkra:
parça, mektup, bölüm.
haber:
bilgi, bilgilendirme.
had:
kapasite, sınır, hudut.
hain:
hıyanet eden, arkadan vu-
ran, iyiliği kötülükle karşılık ve-
ren.
hakikî:
gerçek.
iman:
inanç, itikat.
istibdat:
hak ve hukuku tanıma-
ma, keyfî uygulama, zulüm ve ta-
hakküm.
itibar:
bakımdan, sebepten.
itikat:
bir inanca, bir fikre bağlan-
ma, inanma.
kâfî:
yeterli.
mahrum:
yoksun.
maruz:
uğramak, etkilenmek.
menhûs:
uğursuz, kötü, meş’um.
muazzam:
ulu, muhteşem.
muhabbetnâme:
sevgisini
bildiren yazılı kâğıt, aşkını bil-
diren yazı, sevgi mektubu,
aşk mektubu.
mülhit:
İslam dininden ayrı-
lan, Allah’ı inkar eden, dinsiz,
imansız.
mütecaviz:
saldırgan.
nağme:
güzel ses, ahenk, ez-
gi.
neşr:
dağıtma, yayma, saç-
ma, serpme.
saadet:
mutluluk.
saika:
sevk eden, götüren,
sürükleyen, sebep olan, se-
bep.
samimî:
içten, candan, gönül-
den.
seher:
sabahın gün doğma-
dan önceki zamanı, tan yeri
ağarmadan önceki vakit, tan
ağartısı.
şükür:
teşekkür.
taarruz:
saldırma, sataşma,
ilişme.
tahribat:
tahripler, yıkıp boz-
malar.
tecavüz:
saldırma, sataşma,
namusa saldırma, sarkıntılık.
teessür:
kederlenme, üzül-
me, acı duyma.
tehacüm:
hücum etme, sal-
dırma.
teselli:
avutma, acısını dindir-
me.
uhrevî:
ahirete dair, ahirete
ait.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nur-
sî Hazretlerinin, özel isim yeri-
ne geçen bir sıfatı; öğretici, öğ-
retmen.
vazife:
görev.
zuhur:
ortaya çıkma.
zulm:
haksızlık, eziyet, cefa,
işkence.
| 360 | BARLA LÂHİKASI