Mi’racın sırr-ı lüzumu.
Meselâ, deniliyor ki:
“Cenab-ı Hak ‘Ona şah damarından daha yakın’dır [Kaf Sûresi: 16], her şeye her şeyden daha yakındır, cisimden, mekândan münezzehtir. Her velî, kalbi içinde O’nunla görüşebilir. Neden dolayı velâyet-i Ahmediye (asm), Mi’rac gibi uzun bir seyahatin neticesinden sonra, her velînin kendi kalbinde muvaffak olduğu münâcâta muvaffak oluyor?”
Elcevap: Şu sırr-ı gàmızı iki temsil ile fehme takrîb ediyoruz. On İkinci Söz’ün sırr-ı i’câz-ı Kur’ân ve sırr-ı Mi’rac hakkında olan şu iki temsili dinle:
• Birinci Temsil: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, sohbeti, görüşmesi vardır; iki tarzda hitabı, iltifatı vardır.
Birisi, âmî bir raiyetiyle cüz’î bir iş için, hususî bir hâcete dair, has bir telefonla sohbet etmektir.
Diğeri, saltanat-ı uzmâ ünvanı ile ve hilâfet-i kübra namıyla ve hâkimiyet-i amme haysiyetiyle ve evâmirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, o işlerle alâkadar bir elçisiyle veya o evâmir ile münasebettar büyük bir memuru ile konuşmaktır, sohbet etmektir ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla bir mükâlemedir.
İşte “En yüce sıfatlar Allah’a mahsustur.” [Nahl Sûresi: 60] şu temsil gibi, şu kâinat Hâlıkının ve Malikü’l-Mülk ve’l-Melekût’un ve Hâkim-i Ezel ve Ebed’in iki tarzda mükâlemesi, sohbeti, iltifatı vardır: Birisi cüz’î ve has, diğeri küllî ve âmm. İşte Mi’rac, velâyet-i Ahmediyenin (asm) bütün velâyatın fevkinde bir külliyet, bir ulviyet suretinde bir tezahürüdür ki, bütün kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcudatın Hâlık’ı ünvanıyla Cenab-ı Hakk’ın sohbetine ve münâcâtına müşerrefiyettir.
• İkinci Temsil: Bir adam, elindeki bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine, kendi miktarınca bir ışık ve yedi rengi hâvî bir ziyayı, bir aksi, şemsten alır; onun nisbetinde güneşle münasebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi karanlıklı hanesine veya dam altındaki küçük, hususî bağına tevcih etse, güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir.
Diğeri ise, âyineyi bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini görür, azametini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar, güneşin pek geniş şaşaa-i saltanatını görür ve bizzat perdesiz onunla görüşür. Sonra döner, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakikî güneşin daimî ziyası ile sohbet eder, konuşur. Ve böylece minnettarâne bir sohbet edebilir ve diyebilir: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechini ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın –bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi.” Hâlbuki evvelki âyine sahibi böyle diyemez. O âyine kaydı altında güneşin aksi ise, âsârı mahduddur, o kayda göredir.
Sözler, Otuz Birinci Söz, s. 633
LÛGATÇE:
feh(i)m: Anlayış.
külliyet: Bütünlük, umumîlik, genişlik, büyüklük.
mükâleme: Karşılıklı konuşma.
sırr-ı gàmız: İnce sır, anlaşılması zor mesele.
takrib: Yaklaştırma.
velâyat: Velayetler, velîlik makam ve mertebeleri.
velâyet-i Ahmediye: Peygamberimizin (asm) velîliği.