İnsana, Hâlık’ını tanıması ve yaratıcısını bilmesi için duygular verilmiştir. İnsan, lezzetleri, zevkleri, menfaatleri istediği kadar... Kendisine bu duygu ve özellikleri vereni ve yaratanını da tanımalı, bilmelidir.
Bu zamanda lezzetler, zevkler, para gibi kazançlar ve bütün bunların bitmez tükenmez, zehirli hoş hayalleri insanı sarmış, sarmalamış, dünya girdabında döndürüyor, duruyor ve insanlığın da başını döndürüyor.
İnsanın çoğuna yetişemediği ve muvaffak olamadığı arzular, istekler, hülyalar; erişilmedikçe, yetişilmedikçe manen ve maddeten insanı boğuyor… Neticesiz, kupkuru tasavvurlar ve üzüntülerinden başka insanın elinde bir şey kalmıyor.
Halbuki insan, her şeyden evvel şu üç sualin cevaplarını bulmak ve öğrenmekle yükümlüdür: “Ben neyim? Ne için yaşıyorum? Nereden geldim? Nereye gideceğim?”
Hayata bakıldığında, bir gaye için yaşayanlar var, bir de hayvan gibi başıbozuk, gayesiz yaşayanlar var.
Elbette ki insan olmanın ve insaniyetin kıymeti ve farklılığı, iman, Kur’ân ve İslâmiyet çerçevesinde belirgin bir şekilde görülmeli ve gösterilmelidir.
Öyleyse hayatta en önemli iş, imanlı bir insaniyeti yaşayabilmek olmalıdır…
İmansızlığın verdiği şüpheler, tereddütler, tutumlar ve düşünceler karşısında insan, kendisine tahkikî iman ile bir savunma kalesi oluşturabilmelidir.
Düşünüyoruz; fikriyatımız var, yani insanız. Öyleyse insan gibi, imanlı insaniyeti hayatımızda yaşayabilmeliyiz. Başta nefis ve şeytanımıza karşı olmak üzere, bütün âleme, bütün varlığımızla imanımızı, itikadımızı ve itminanımızı ilan edip göstermeliyiz.